‘İnsanın başına her şey gelebilir Luda,’ dedim, ‘Mutluluk bile!’ Luda bir süre kafasını anlamsızca salladı. Kuşları arandı ağaçta. Sonra bir süre hareketsiz kaldı. Bir şey hatırlamış gibi ayağa kalktı

Bir insan kadar mutsuz

ONUR AKYIL

Gerçekten de karanlık için yapacak bir şey yoktur.

Luda’yla parkta, yağmurun altında oturduk. Ağaçlarda, yaprakların aralarına saklanmış kuşlar bize bakıyorlardı şaşkın. ‘Canlılar,’ dedi Luda, bize bakan kuşları gösterip, ‘her şey bir felaket onlar için.’.

İlk el Luda’dan gelmişti; ateş etmişti ağzıyla. Çirkin, biçimsiz dudaklarıyla konuşmuş, dünyayı ne kadar iyi anladığını, canlıları ne kadar iyi tanıdığını ortaya koymuştu. Demek her şey bir felaketti canlılar için. Luda’nın bir mağara kadar gizemli ağzından öğrenmiştim işte… Biraz geçmesini bekledim; zaman denen zımbırtının akmasını… Ne söyleyeceğim önemliydi çünkü. Ne ben Luda’yı ne de o beni tahrik etmemeliydi. Sadece bir konuşma, sıradan bir sohbet… Başka bir şey olmamalıydı. Çünkü ses en tehlikeli dokunma biçimiydi. İnsanın bütün vücudunda gezen, belki de en son kulaklarına uğrayan, sonra da geri dönülmesi olanaksız durumlar yaratan bir dokunma biçimi. Biriyle, aslında hiç dikkatinizi çekmeyen biriyle yalnızca konuşarak sevişebilirdiniz; biliyorsunuzdur bunu, başınıza gelmiştir. Bir ucubedir karşınızdaki ama konuşurken saçmalamaz… İnsan için en korkunç an.

Evet; o kadar günün içinde, işte şimdi, bugün buluşmuştuk Luda’yla. Her zamanki park; onunla birbirimizi hiç anlamadığımız park. Şehrin kıyısında, kendi yabani çocuklarıyla mutlu ve bize ihtiyacı olmayan park. Sığıntılık; yeryüzünün esas hikâyesi, Luda’nın ve benim acınası gerçeğimiz. Aslında sadece o değil, ben de çok çirkinim. Belki de Luda’dan daha çirkin. Buna karar vermek için buluşmuştuk zaten… Hangimizin daha çirkin olduğuna karar vermek için. Ama önce o ateş etti. Havaya… Korkutmak istedi. Yağmurun canlılar için bir felaket olmadığını biliyordum. O an korkmadım. Hangisinden bilmiyorum ama… Havaya açtığı ateşten Luda’nın ya da anlamış olmaktan bir şeyi….

İlk atışı duymuştum işte; Luda’nın aşağılık dudaklarından çıkan ilk kurşunun sesini. İnsan ve felaketler… Geçmiş. Yağmur. Kuşların biriktirdikleri… Düzenli; kendini kazanmış bir kargaşa. Sıradan bir şey söyledim; Luda için sıradan olan bir şey: ‘Konuşalım!’. Bir el. Havaya. Bir karşılık Luda için. Yabancılığımızı keşfediyorduk ve bu hoşumuza gidiyor olmalıydı. Denenmemiş bir şey gibiydi dünya; ilk defa tadılan bir içki gibi. Buraya anlaşmamak için gelmiştik; öfkeyi ve düşmanlığı ve elbette yalnızlığı, uyumsuzluğu ve dahası kaderi arttırmak ve parçalamak için. İki insan. Bir kadın: Luda ve bir adam: ben. Luda bir el daha ateş etti havaya: ‘Konuşalım? Artık bu kadar korkak ve aptalsın demek.’.

Yalnızca bazen, bakır denen şeyin tadı. Bu gerçekten var; soğuk ve işlenmeye hazır. Bir intikâmla konuşmak; intikâm almak isteyenle değil, kendisiyle intikamın. Elle tutulur, gözle görülür ve akılla anlaşılır bir şey yoktur hiçbir buluşmada. Erken, orta ya da geç bir buluşma olsa bile. İnsanlar sürekli, dolu birer silah gibi yalnızlaşırlar: Patlayarak! Susmaktan başka çare yok; konuşarak çağrılmayacak bir şeye benziyor ayrılık Luda’yla benim aramda; ikimiz açısından. Yağmur kendini tekrar etmek ve o dinene kadar kuşlar saklanmak zorunda. Belki de bu bir ana, iki insanın bir anına her şeyden daha çok benziyor. Yalnızca üç kere duyulan insan sesi; birer silah sesini andıran, bir parkta.

Ayağa kalktım; Luda hâlâ oturuyordu. Film bitmek üzereydi. Dekor yıkılıyordu. Işık azalmıştı. Birkaç adım attım. Sırtımı Luda’ya döndüm. Yüzünü, ağzını görmüyordum. Birkaç adım daha attım. Luda’ya döndüm. Ona, ağzına, silahına uzaktan baktım. Yakın bir uzaktan. Bir şarkı çalmaya başladı ikimizin de gözlerinde. Neşeli ve tuhaf, olması gerektiği gibi bir ağıt. Ancak kavuşurken anımsanabilecek bir ağıt. Şeyleri hiçbir zaman doğru yere koyamamışların ya da her şeyi kapı önlerine bırakmışların geniş müziği… Dal çıtırtıları. Sakin vahşilik. Son hamle için bir hamle daha…

‘İnsanın başına her şey gelebilir Luda,’ dedim, ‘Mutluluk bile!’ Luda bir süre kafasını anlamsızca salladı. Kuşları arandı ağaçta. Sonra bir süre hareketsiz kaldı. Bir şey hatırlamış gibi ayağa kalktı. Yanıma geldi. Yüzüme baktı ve her zamanki alaycı gülümsemesiyle: ‘Evet!,’ dedi, ‘Olabilir’ Ellerimi tutup ekledi: ‘Ama iki insanın yalnızca birbirleriyle mutlu olması kadar alçakça bir şey yoktur.’

Ve sonra sanırım ikimiz de gittik.

Ben bir insan kadar mutsuzdum; daha fazla değil.

Gerçekten de karanlık için yapacak bir şey yoktu.

İllüstrasyon: Cansu Yüksel

bir-insan-kadar-mutsuz-167350-1.