‘Şüpheli Şeylerin Keşfi’ ile edebiyat dünyasına ‘merhaba’ diyen Bihter Sabanoğlu “İstanbul’un belleğinin silinmesi, içinde yaşayan bireylerin belleğinin de silinmesine, hatta mütemadi bir amnezi haline sebebiyet veriyor” diyor.

Bir İstanbul romanı

Zeynep SAYIN

Tesadüf süsü verilmiş bir karşılaşmanın akabinde eski mektuplar kutulardan çıkıyor ve geçmiş ve şimdi arasında bir yolculuk başlıyor. Bu yolculuk sadece karakterlerin içinde yer aldığı bir yolculuk da değil üstelik. İstanbul’un tarihi mekânları da bu yolculuk kahramanlarımıza eşlik ediyor.

Bihter Sabanoğlu’nun ilk kitabı ‘Şüpheli Şeylerin Keşfi’ bir İstanbul romanı… Her gün çehresi değişen kadim kenti farkı bir gözle izliyor Bihter Sabanoğlu ve tarih ile psikoloji iç içe geçiyor. 2020 yılının şubat ayında geçen roman birbirini hiç görmeseler de beraber büyümüş iki insanın geçmiş ve olası intiharların gölgesinde bir araya gelmesine odaklanıyor. Bihter Sabanoğlu ile hem tarihi hem de kitabı konuştuk.

Kitap nasıl ortaya çıktı?
Romanın çatısı on yıl önce zihnimde oluşmuştu. O zamanlar Paris’te yaşıyordum ve Bizans tarihi ve sanatı üzerine derslere giriyordum. Bizans tarihi seminerleri beni neredeyse esir almıştı, onların etkisinden çıkamıyor ve gece gündüz İstanbul’u başlı başına bir kişilik biçiminde hayal ediyordum. İstanbul’un baş kahramanlarından biri olduğu bir psikolojik roman yazma fikri bu sürecin doğal sonucuydu. Öncelikle romanın hikâyesi zihnimde oluştu; kentin Bizans geçmişine hâkim ama İstanbul’da yaşamayan bir adamla, Bizans ve Osmanlı tarihinin içinde doğup büyümüş, hafızasını kaybetmekte olan bu şehirle organik bağı bulunan bir kadının yollarının kesişmesi ve bu iki karakterin hem geçmiş hem geleceklerinin kent tarafından şekillendirilmesi üzerine 28 gün boyunca sürecek bir öykü anlatmaya karar verdim. Hikâyenin ana konusunda ise yine bir bilim tarihi araştırması yaparken karşıma çıkan ve beni derinden etkileyen bir intihar mektubundan esinlendim. Olayın örgüsü ilerledikçe karakterler de hikâyeyle beraber büyüdü, değişti. Yazma süreci tamamen İstanbul’da ve son üç senede gerçekleşti.

Kitabın zeminini İstanbul oluşturuyor. Kitapta tarihi ve mekânlarıyla yaşayan bir şehir var. Mesela roman Karagümrük Stadı’yla başlıyor ki, orası bir Çukurbostan, yani eski Bizans sarnıcı…
Tarihle ilişkim çok canlı. Hem İstanbul’daki sarnıçların, mabetlerin, kalıntıların insanlarla etkileşim içine girdiğini, hem de şehrin hafızasıyla bireyin hafızasının organik bir birliktelik içinde olduğunu düşünüyorum. Kanımca şehrin belleğinin silinmesi, içinde yaşayan bireylerin belleğinin de silinmesine, hatta mütemadi bir amnezi haline sebebiyet veriyor. Diğer yandan tarihi eserlerin bazıları bende Stendhal Sendromu’na yakın hisler doğuruyor. Tarihten sesleri, kokuları duyabildiğimi hissediyorum, zihnimde resimler canlanabiliyor hatta bazen bu duyguyu gereğinden fazla yoğun biçimde yaşayabiliyorum. Adeta katmanlar halinde üzerime yığılan tarihin altında ezilme hissi bu… İstanbul kendisini bir sanat eseri gibi izleme fırsatı veriyor bana. Tıpkı bir tabloyu incelerken yaşadığımız süreçler gibi; bazı yerlerini çirkin buluyor ve onları zihnimde düzeltip kendime yeni bir gerçeklik yaratıyorum. Bazen de güzelliğinden, çok katmanlılığından gözlerim doluyor.

Romanın ilk cümlesi, “Hep erkek olmayı istedim”. Kahramanımız Ayla, böyle başlıyor. Ayla’dan söz edelim mi biraz?
Ayla çocukluğundan beri erkeklere özendiğini dillendiren cümleler kuruyor. Yaşadığı travmalardan ötürü bilinçaltı onu kadınların mutlu olamadığına, olamayacağına ya da en azından, erkeklerin onlardan her zaman daha mutlu olacağına inandırmış. Kadın karakterlere karşı da belki bu sebeple, daha acımasız ve ön yargılı. Kendisinin hayatında bir kız kardeş ya da çok yakın bir kadın arkadaş yok. Annesinin iki kız kardeşi var; üç kadın da birbiriyle kavgalı. Kendisi de anne olmayı istemiyor. Zaten genel olarak da insanlardan biraz ayrı duran, hayatına tam anlamda kimseyi sokmayan bir kadın Ayla. Kendi duygularına karşı yabancılaşma içinde olduğu daha romanın başında İvaz Efendi Camii’nde geçen cenaze sahnesinde anlaşılıyor. Söz konusu dedesinin cenazesi olması rağmen herhangi bir üzüntü hissetmiyor, tören esnasında caminin detaylarını inceliyor, uzaktan seçtiği Anemas Kulesi’ne dalıp gidiyor. Kendi ailesine, bir sevgiliye veya bir arkadaşa duyması gereken empatiyi neredeyse tarihi figürlere, ölmüş gitmiş insanlara transfer ediyor; örneğin o kulede işkence görmüş olduğunu hayal ettiği Bizanslı bir askeri düşünürken, ya da daha sonra Kanlı Kilise’nin etrafında yaşananları tahayyül ederken yüzleri zihninde canlanan kadın ve çocuklar için içi sızlıyor.

Yazı ile ilişkiniz nasıl? Aralıklarla mı, düzenli mi, sabahlar mı, detaylıca kurgulayarak mı yazıyorsunuz?
Sürekli yazıyorum. Hiperaktiviteden mustarip olduğum için “sabahları şu ila şu saat arası çalışırım” gibi bir sistem oturtmam mümkün değil. Aralıklarla da olsa evimde bulunduğum her an yazıyorum, bazen gündüz bazen gece. Dünyadaki her şey ilgimi çekip dikkatimi dağıttığından ve kendimi devamlı bir şeyler okumaktan alıkoymaya çabalamakla meşgul olduğumdan geriye kalan zamanın tümünde yazıyorum. Tek bir koşul baki; mekânda tamamen ve istisnasız biçimde yalnız olmam gerekiyor. Hikâyenin ana strüktürünü en baştan kurguluyorum, fakat karakterler dönüşerek başta sezinlediğimden farklı davranışlar sergileyebiliyorlar. ‘Şüpheli Şeylerin Keşfi’nin sonu bu şekilde gelişti örneğin. Başta tasarladığım son bu değildi. Ne Ayla ne Edhem karakterinin vereceği tepkileri tamamen öngörebiliyordum. Son sorunuza gelirsem kesinlikle sağaltıcı. Zaten İstanbul’da bu yüzden daha yaratıcı olduğuma inanıyorum; karşılaştığım bazı çirkinlikler karşısında yazı aracılığıyla kendi dünyamı yaratarak ve içine saklanarak iyileşiyorum.