Bir kabus gecesi  ve darbe dersleri

TANER TİMUR

15 Temmuz gecesi Türkiye kanlı bir darbe girişimine tanık oldu. Girişim hedefine ulaşamadı; arkada ağır bir bilanço bırakarak önlendi; fakat en iyisi hiç olmamasıydı: 16 Temmuz sabahı, Türkiye, bir gün öncesinden daha ağır sorunlarla karşı karşıya bir ülke olarak uyandı. Aslında ortada kutlanacak bir «demokrasi bayramı» değil, ağır yara almış bir demokrasi manzarası vardı. Şu nedenle: Sağlıklı bir demokraside kimse darbeyi düşünmez; buna rağmen darbe planlayan bir gurup çıkarsa, onları da Hükümet- Askeri Komuta Heyeti-İstihbarat işbirliği, daha çılgınlar harekete geçmeden, kontrol altına alır. Oysa 15 Temmuz gecesi bu unsurlar girişimden ancak hareket başladıktan sonra haberdar olabildiler.

***

İktidar ve iktidar karşıtı çok geniş bir çevre, darbecileri «Fetöcü» olarak nitelediler ve ordu ve bürokraside çok geniş bir temizlik operasyonu başladı. Bu kez söz konusu olan çakma değil, gerçek bir darbe davasıydı, fakat operasyonun çapı şimdiden daha önceki davalarda işlenen «hata»ların yinelenmesi yönünde kaygılar uyandırmaya başladı. Örneğin kafaları şimdiden kurcalamaya başlayan soru şuydu: MİT’in bile haberdar olmadığı bir gizlilik içinde yürütülmüş bir darbe girişimiyle, derhal işten el çektirilen ya da göz altına alınan binlerce hukukçunun ne gibi ilişkileri olabilirdi? Anlaşılan operasyon darbe girişiminden çok önce hazırlanmış listelere göre yürütülüyordu.

***

AKP ile Gülenciler yıllarca sıkı işbirliği içinde olduktan sonra, 2010 yılında yaşanan Mavi Marmara olayıyla ilk kez açıkça ihtilafa düşmüşlerdi. Gerginlik, AKP hükümetinin Gülen okullarını devletleştirme/kapatma planları ile derinleşti ve “17-25 Aralık darbesi” ile de zirveye ulaştı. Aralarında mezhep, İslam değerleri ya da İslam ilahiyatı konularında hiçbir ciddi çatışma yoktu. Son seçimlerde AKP’nin aldığı sonuçlar Gülencilerin bir sosyal tabandan yoksun olduklarını, İslami hareket içinde daha çok dar ve “elitist” bir kategori teşkil ettiklerini ortaya koymuştu. Onları AKP’den ayıran şey daha çok siyasal İslam anlayışları idi. Gülenciler Arap dünyasına mesafeli, buna karşılık Batı’ya, daha çok da Amerika’ya dönük bir duruş sergilerken, AKP, Hamas’la başlayan ve “Suriye Baharı”ndan sonra Müslüman Kardeşlere önder olmaya çalışan, giderek de El Nusra gibi bir cihadist örgütü destekleyen bir politika uyguluyordu. Batılı siyaset adamları “politically correct” söylem duyarlılığı içinde açıkça ifade etmeseler bile, bu politikayı kendilerine karşı düşmanca bir tavır olarak algıladılar. Buna karşılık batılı basın organları ve uzman çalışmaları AKP’nin yıllarca IŞİD’e nasıl yardımcı olduğunu da iddia ediyordu.

***

Darbenin önlenmesinde ilk planda özel TV kanalları rol oynadılar. TRT’yi ele geçirerek bildirilerini okutan darbeciler aynı şeyi özel kanallarda gerçekleştiremediler. Özellikle yandaş basının baş hedefi olan CNN kanalı Erdoğan’ı seçmenleriyle buluşturan ilk kanal oldu ve halkı meydanlara davet eden çağrılar da ilk kez bu kanaldan yapıldı. Bununla beraber ne Erdoğan, ne de başka bir AKP sözcüsü, sık sık aşağıladıkları patronlara bir teşekkür etmeyi gerekli görmediler. Popülist söylem darbecilere karşı zaferde de egemen oldu.

***

Darbecilerle Erdoğan ve AKP sözcülerinin halka ilettikleri mesajlarda içerik ve yöntem açısından tam bir tezat vardı. Darbecilerin bir TRT spikerine okuttukları bildiri “temel, evrensel insan hakları”, “hukuk devleti” “laik cumhuriyet ve demokrasi” gibi ilkeleri temel alan bir düzen vaat ediyordu; fakat bunlara tamamen ters bir yöntem seçmişti: Darbe yöntemi.

"AKP yandaşları çağrıya uydu ve “Ya Allah, Bismillah!” nidalarıyla meydanları doldurdu."

Hitap ettiği kitleler yerlerinden kımıldamadılar. Cumhuriyet mitinglerinde, Gezi’de meydanları doldurdukları için postalcı, ya da çapulcu ilan edilen milyonlar bu vaatlere inanmadı, sessiz kaldılar. Böylece görünüşte “Kemalist” bir bildiri yayınlayan darbecilerin başarılı oldukları takdirde, kimlere, hangi sosyal kategorilere dayanacakları sorusu da havada kalıyordu. Erdoğan ve AKP sözcüleri ise taraftarlarına seslendiler ve halkı meydanları doldurmaya çağırdılar. Yöntemleri demokratikti, fakat mesajları, halka, demokrasi ve laiklik nutuklarıyla değil, camilerde ezan ve sela okuyan müezzin ve imamlar aracılığıyla ulaştırıldı. Halkın her kesimi değilse de, en inançlı AKP yandaşları çağrıya uydu ve “Ya Allah, Bismillah!” nidalarıyla meydanları doldurdu.
Sonuç belli olmuş; darbecilerin akıbeti anlaşılmıştı.

***

16 Temmuz sabahından itibaren TV kanallarında ve gazete köşelerinde darbe öyküsünün yerini darbe yorumları aldı. Ne var ki bu “yorum”lar da neredeyse ittifakla FETÖ’cüleri suçlayan ve lanetleyen öykülerden ibaretti. Arka planda, ima yoluyla suçlanan ise bizzat Amerika oldu. Sadece Başbakan yardımcılarından biri bu konuda sözünü esirgemedi ve üç kez bağırdı: Amerika! Amerika! Amerika! Ek olarak en “uzman” kişiler, girişimi bütün ayrıntılarıyla anlattılar ve bizler de bir polisiye dinler gibi heyecanla dinledik. Savcılara artık anlatılanları toparlayıp mahkemeye sunmaktan başka iş kalmamış gibi görünüyordu; belki savunmalara bile artık gerek yoktu. Bu arada Cumhurbaşkanı ve Başbakan coşku içinde “idam!” diye haykıran taraftarlarına kapıyı aralamaktan da geri durmadılar.

***

Tabloda bütün taşlar yerine oturmuş gibi görünüyordu. Oysa bu “küreselleşmiş” dünyada, olay, dış ilişkiler ve iktisadi açıdan büyük sonuçlara gebeydi. Olayın bu yönleri yorumcuların pek de iltifat etmedikleri konular olarak kaldı.

Batı’dan gelen tepkiler, darbenin önlenmiş olmasını memnuniyetle karşılamakla beraber, sonucu hiç de demokrasinin zaferi olarak görmediklerinin işaretiydi. Suçlanan Amerika’nın en ünlü gazeteleri, daha da otoriterleşecek bir rejim kaygısını dile getirdiler. Washington Post, Türkiye’yi “gazeteci hapsinde dünya lideri” bir ülke olarak sunan başyazısında, Amerikan Hükümetini “Erdoğan’ın darbeyi, demokrasinin savunmasına koşan seküler ve demokrat güçlere karşı başka bir darbeye çevirmesini önlemek için elinden geleni yapmaya” davet ediyordu. New York Times de farklı bir dille konuşmuyordu.

"Türkiye’nin zaten kararmış olan dış itibari daha da kararacağa benziyordu"

O da başyazısında “darbenin başarısızlığı demokrasinin dibinin delinmesine yol açacağa benziyor” ikazında bulunuyor, aynı gazetede R. Cohen, “darbenin önlenmesi demokrasinin zaferi anlamına gelmiyor” diyordu.
Batılı liderler de benzer kaygılar içindeydiler. Merkel darbeye karşı olan mesajının Erdoğan’a destek sayılmamasına özen gösteren bir ifade kullanıyor; Fransız Dışişleri Bakanı J-M. Ayrault ise, daha açık konuşarak, darbeyi kınamanın “Erdoğan’a açık bir çek olmadığını” söylüyor ve önümüzdeki günlerde Washington’da da Türkiye’nın radikal İslamcılarla savaşta güvenilir bir ülke olmaktan çıkıp çıkmadığını masaya getireceğini ekliyordu. Tüm AB çevreleri Türkiye’deki darbe girişimini ve bu vesilesiyle kovuşturmaya uğrayan binlerce hukukçuyu konuşuyordu. Türkiye’nin zaten kararmış olan dış itibari daha da kararacağa benziyordu.

***

Bu ülkede yıllardır vesayetçi ve darbeci gelenek, tartışma ve lanetleme konusu oldu. 15 Temmuz girişimi, bu konuda oluşan “konsensus”e hem bir yalanlama hem de bir doğrulama getirdi. Yalanlama; çünkü 15 Temmuz gecesi darbe tarihimizin en kanlı girişimine tanık olduk; doğrulama; çünkü girişim başarıya ulaşamadı. Oysa bu arada bu tartışmanın da aslında yanlış, ya da en azından eksik olduğu anlaşıldı. Çünkü Türk demokrasisini tehdit eden sadece askeri darbeler değildi; bu arada “sivil darbeler”in de gözden uzak tutulmaması gerçeği ortaya çıkmıştı. Bunun zaten 17-25 Aralık’ta yapıldığını söyleyenler de bizzat AKP yöneticileri olmuştu. Şimdi de “gördünüz mü, ne kadar haklıymışız!” der gibi bir halleri vardı.

***

Aslında tablo çok daha karışıktı. Yine de belki tamamen haksız da sayılmayacaklardı. Ne var ki tüm demokratlar, “sivil darbe” korkusuyla bu kez de gözlerini AKP uygulamalarına çevirmiş bulunuyorlar. Yıllardır Erdoğan meydanlarda çok zaferler kazandı; fakat her zaferi ülkeyi daha da kutuplaştırıcı, gerginliği daha da artırıcı yönde kullandı.

“Küresel ekonomi”nin kararan ufuklarında, bu gidişle dinin değil de ekmeğin elden gittiğinin farkına varınca taşlar da yerli yerine oturacak!

Ve kendisi de demokratik güçlerden her gün biraz daha uzaklaştı. Sonunda vardığı noktada da yanında Parti’yi birlikte kurdukları arkadaşları bile kalmadı. Bu durumda soru şu: Erdoğan bu son “zafer”ini nasıl kullanacak? Darbeyi önlemekte belki AKP militanlarından da etkili olan muhalefet ve basın önderleriyle gerçekten demokratik bir platformda uzlaşma yolları mı arayacak? Yoksa “hak bellediği” eski hırçın ve kavgacı çizgisinde ısrar mı edecek? Üstelik bu yolun şimdiye kadar ülkeyi hangi noktaya getirdiğini bile bile!

Ne yazık ki yakın geçmişte yaşananlar ve son gelişmeler bu konuda iyimserliğe pek de yer bırakmıyor. Fakat kötümserliğe de yer yok! Hayat da devam ediyor; kavga da. “Din elden gidiyor!” diye Erdoğan’ın peşine takılmış olanlar, “küresel ekonomi”nin kararan ufuklarında, bu gidişle dinin değil de ekmeğin elden gittiğinin farkına varınca taşlar da yerli yerine oturacak!