Bazen bir şehrin öyküsünü, bir kişinin hayatı üzerinden okumak mümkün. Bugün bunun bir örneği olan Dersimli Diyap Ağa’nın torunu Ane Hatun’dan söz edeceğim. Onun hayatı belki de Cumhuriyet’in ilk yüzyılındaki örtük öyküleri anlamaya da bir imkân sunabilir. Hem de ikinci yüzyılın ilk haftasında ve Ane Hatun’un ölümünün 8. yıldönümünde.

Ane Hatun’u ilk kez 2007’de kendisiyle aynı yazgıyı paylaşan Dersim’in iki kadını; Rukiye Kangotan (Porre) ve Şerife Kangotan (Zere) ile birlikte torunu Elif’in evinde tanıdım. Orada bu üç kadınla uzun bir söyleşi yaptım. Ane Hatun’a ziyaretlerim sonraki günlerde de devam etti ve o görüşmelerden adeta bir öteki tarih ortaya çıktı.

Ane Hatun 1929’da Cemşi Ağa ve Nare Hatun’un ikisi erkek, üçü kız beş çocuğunun en küçüğü olarak, Hozat’ın İnciğa köyünde dünyaya gelmiş. Anne Nare Hatun, TBMM Dersim mebusu Diyap Ağanın kızıdır. Cemşi Ağa ise Ferhatan Aşireti reisi Diyab Ağanın damadı ve akrabasıdır. Diyap Ağa kızına ve damadına çok güvendiği için Aşireti Cemşi Ağa’ya emanet etmiş. Ane Hatun işte böyle bir ailenin çocuğudur. Diyap Ağa’nın Cumhuriyete yakın ilişkisini bilenler haklı olarak bu ailenin güvenli ve konforlu bir hayat sürdüğünü düşünebilirler. Şimdi de böyle değerlendirmelere rastlamak mümkün. Ne var ki bu öykünün sahici yüzü, bilhassa Diyap Ağa’nın hayattan ayrıldığı 1935’te sonra bambaşkadır.

Cemşi Ağa’nın ailesi ve dolayısıyla Diyap Ağa’nın aşireti için felaketler 1938 yılı yaz dönemi başlamıştır. Ane Hatun anlatmıştı: “Bir Pazar sabahı Süvari atlarının nal sesleriyle uyandık, babam “hoş geldiniz hayırdır” dedi. Askerlerden biri “paşa seni çağırıyor Cemşi Ağa, seni Hozat’a götürmeye geldik” dedi. Babam her zaman Hozat’a giderdi fakat bu gidiş normal değildi. Annem endişeliydi ve babam süvarilerin eşliğinde çadırdan ayrıldı. İki kilometre sonra o süvariler babamı onlarca süngü darbesiyle katletmişler. Annemler, evimize defalarca gelmiş karakol çavuşunun evine babamı sormaya gittiler. Karakol çavuşu Hozat’tan aldığı emri yerine getirmek üzere insafsızca annem Nare Hatun’u, abim Hıdır’ı ve yeğeni Hayri’yi askerlere teslim ederek Çirik Deresi’nde süngülerle vahşice öldürtmüş.

Ane Hatun bu büyük kırımda bütün ailesini kaybetmiş. Kendisi de üç gün boyunca iki asker gözetiminde bir çadırda bekletilmiş. Çocuk gözüyle orada iplerle birbirine bağlanmış 150-200 erkeğin, sonra da kadınların kitlesel kırımına tanıklık etmiş. Bu kırımların fotoğrafını çeken resmi görevli kişiyi de görmüş.

Dokuz yaşında ailenin hayatta kalan tek çocuğu olarak, diğer Dersimlilerle birlikte Bursa, Karacabey’e sürgün edilmiş. Elazığ tren garında başlayan yolculuğun nerdeyse her durağını, Karacabey’de iskan edildikleri camide geçen günlerini uzun uzun anlatmıştı. Ane Hatun iki kamyon dolusu sürgünün Bursa’da Uluabat Gölü yanından geçtiklerinde kadınların, “bunlar bizi suya atıp, burada öldürecekler” diye ağladıklarını söylemişti. Cami de geçen on günden sonra “Karacabey’in Subaşı” köyünde; daha sonra da İzmir’in Menemen İlçesi Kaklıç köyünde ikamet etmiş ve dokuz yıl sonra 1947’de memleketine, Hozat’ın Peyik Köyüne dönmüştü.

Bu dramatik öykünün detayları elbette bu yazıya sığmaz. Onları, kızı Betül Fatime Günday’ın Adın Perihan Olsun (İletişim, 2016) adlı kitabından okuyabilirsiniz. Ama herhalde bu öykülerin en çarpıcı olanlarından birisi, 3 Kasım 1998’de İstanbul’da AKM’de, 75. yılında Cumhuriyete katkıda bulunanların ailelerine verilen plaket töreniydi. Ane Hatun, kimlikteki ismiyle Perihan Yıldırım, dedesi Diyap Ağa’nın Cumhuriyete katkıları nedeniyle davet edilmişti. Plaket verilecek kişilerden biri Sabiha Gökçen, diğeri Celal Bayar’ın kızıydı. Bayar, 1938 Dersim katliamının başbakanı; Sabiha Gökçen ise Dersim’i bombalayan bir pilottu. Ane Hatun ise bu kimsesiz bırakılan yüzlerce çocuktan biriydi ve üçü de aynı salonda plaket almışlardı.

Ane Hatun’un bütün hayatı kırılan ailesi için bir şeyler yapabilme düşünce ve çabalarıyla geçti. Aile 1938’de bir pazar günü kırılmıştı. Bu yüzden tüm “Pazar”lar onun için matem günüydü. Hayatı boyunca pazar günleri banyo yapmadı, kazan kurdurtmadı, eline kına yakmadı. 4 Ocak 2014’te Hakk’a yürüdü bu ağır yük ile. Şimdi Peyik’te, ata toprağında yatıyor. Adeta bu örtük öykülerin açığa çıkacağı zamanları bekleyerek!