Bu yakınlarda bir Fransız iktisatçı, Amerika’da çok yankı uyandıran bir kitap yayımladı: 21.  Yüzyılda KAPİTAL… Yazarı, Thomas Piketty, şu soruyu yanıtlamak istiyordu

Bu yakınlarda bir Fransız iktisatçı, Amerika’da çok yankı uyandıran bir kitap yayımladı: 21.  Yüzyılda KAPİTAL… Yazarı, Thomas Piketty, şu soruyu yanıtlamak istiyordu: “Kapitalizmin  tarihi boyunca emek ile sermaye arasındaki bölüşüm karşıtlığı nasıl seyretmiştir?” Bulguları ağır bir kapitalizm eleştirisi oluşturuyordu.

Birkaç hafta önce BirGün’de, Piketty’yi ve kitabını tanıttım. Bu yazıda da kitabın  bulguları üzerinde duracağım.

• • •

Aslında, Thomas Piketty’nin bilim ve kimlik özellikleri, kendisinden ciddi bir kapitalizm eleştirisi beklememizi güçleştiriyor.

Kitap, başlığı ile Das Kapital’i çağrıştırıyor; Marx’a referansla başlıyor; sonraki sayfalarda da kısa, yüzeysel Marx eleştirileri yer alıyor. Ne var ki, kitabının yayınlanmasından sonra Piketty  itiraf edecektir ki, Das Kapital’i okumamıştır; dolayısıyla Marx’ı “kulaktan dolma” malûmatla eleştirmiştir. Bilimsel etik arızası ağırdır.

İkincisi, yazarın iktisat birikimi sorunludur. Piketty’nin iktisat formasyonu neo-klasik öğreti ile sınırlıdır. Ne var ki, araştırmasını sürdürürken neo-klasik kuramın   işe yaramadığını fark etmiştir. Alternatif iktisat ve tarih kuramlarından da (büyük ölçüde) habersizdir. Sonuçta bulgularını ve bunlardan türetilen genellemeleri kuramsız bir betimleme içinde sunmakla yetinmiştir. Kısacası “ampirizm” sınırlarına tutsak kalmıştır.

• • •

Bu handikaplarına rağmen, Thomas Piketty geçmiş ve çağdaş kapitalizm üzerinde bilgi birikimimizi zenginleştiriyor. Sistemin geleceği üzerinde de önemli öngörüler yapıyor.

Bizim gibi anti-kapitalistler açısından gündemi çekicidir; eleştirel bir yaklaşımla başlaması da iyidir. Kapitalizmin temel bölüşüm karşıtlığının geçmişi, bugünü, olası geleceği üzerindeki incelemesini de bu karşıtlığın kutuplarından biri olan sermaye üzerinde odaklanarak başlatıyor.

Ne var ki, ilk adımda tökezliyor. Zira, kitabında sermaye “sahiplenilebilen ve piyasalarda alınıp satılabilen, getirisi olan her türden varlıkların toplamı” olarak tanımlanıyor. Böyle tanımlayınca, sermaye, kapitalizme özgü bir ilişki olmaktan çıkıyor; “artığa el koyma imkânı veren her türlü mülkiyet” anlayışına dönüşüyor; köle mülkiyetini dahi kapsıyor.

Elbette, Piketty, tarihsel maddeciliğe özgü bir sorunsal, yani, “artı-emek kavramının farklı toplum biçimleri içinde ölçümü, değişimi” içinde olamaz. Olmayınca da bu genişlikteki bir sermaye tanımı, sadece kavram karışıklığı yaratır.  Nitekim, yazarın bu tanıma göre belirlediği sermayenin getirisi ve getiri/“sermaye” oranları, 2000 yıl öncesinden başlıyor; kölelik dönemini, feodalizmin erken ve geç aşamalarını; genç kapitalizmi kapsayarak günümüze getiriliyor. Kölenin emek fazlası, feodal rant, artı-değer ayrımları yapılmadan hesaplanan getiri oranları, çoğu kez “kapitalizmmiş gibi” tartışılıyor.

Bu kavram kargaşası nedeniyle, kapitalizmin bölüşüm ilişkilerini kavramak amacıyla Piketty’nin bulgularını incelemek isteyenler, son iki yüzyıl üzerinde odaklanmalıdır. Burada,  sermaye ve emeğin milli gelirden payları, her iki grubun ve tüm nüfusun gelir eşitsizlikleri; sermaye (servet) mülkiyetinin sermayedar, emekçi ve tüm hane halkları açısından dağılımı ve gelir/sermaye dağılımlarında “zirvede” yer alan çok küçük grupların payları gibi bölüşüm göstergeleri ortaya çıkmaktadır.

Tüm bölüşüm göstergelerinin seyri, sağ ucu henüz tamamlanmamış olan U harfini andıran bir hareketi ortaya koymaktadır. Sermayenin göreli durumunda erken kapitalizmle birlikte bir yükselme başlar ve bu durum 1910 civarına kadar sürer. Kapitalizmin doğal eğilimi budur. 1910-1975 yılları, bu ilerlemenin son bulduğu; emek lehine istisnaî bir dönem olarak ortaya çıkar. Genel eğilimin sermaye aleyhine değişmesini, iki büyük savaşın, 1929 Buhranı’nın ve 1945’i izleyen Altın Çağ’ın geçici ortamları belirlemiştir.  1975-1980’den başlayarak, kapitalizm doğal, “normal” eğilimine geri dönmektedir. Bu yüzyılın sonuna kadar, sınıf paylarında, gelir ve servet eşitsizliklerinde, kapitalizmin geçmişinde gözlenen en uç noktaların aşılması söz konusudur.

Bu bölüşüm öngörüsünün sonu nedir? Piketty şöyle yanıtlıyor:  “Kontrol dışına sürüklenen bu eşitsizlik sarmalı, toplumları ya patlayıcı bir yörüngeye sürükleyecek; ya da çok etkili bir baskı sistemini veya aynı derecede güçlü bir ikna mekanizmasını” kaçınılmaz kılacaktır.

Bu olasılıkları “devrim veya faşizm” diye özetleyebiliriz. Piketty ikisini de istemiyor. Kapitalizmi “kurtarabilecek bir seçenek” öneriyor: Artan-oranlı ve küresel bir servet vergisi…   

Kapitalizmde siyasetlerin de sermaye tarafından belirlendiğini bildiği için bu reformist önerinin “ütopik” olduğunu kabul ediyor.

Anlaşılan iyi kalplidir; ikna gücüne güvenmek istiyor. Belki de Nasrettin Hoca gibi ümit etmektedir: “Ya tutarsa…”