İncir ağaçları, yer yer üzüm salkımları, sıfır noktası, kontrol noktaları, köy mescitlerinde geçirdiğim gece yarıları... Vakitli vakitsiz patlayan lastiklerimi yama yaptım su kenarında, davet edildim sofralara, dükkân önlerine, bahçelere her gün doğumundan gece yarısına, Süvarikutra'dan gün batımını izledim, Zap Suyu'nu takip ettim bir süre, Şine Kayalıkları'nın anlatılamayacak etkisi altında Ferit Edgü'nün bulunduğum coğrafyaya dair satırlarını anımsadım.

Bir karayolunun hikâyesi: Datça'dan Yüksekova'ya

OBEN CAN KUTAY

Yola dair işittiğim her sözden başkaydı yolculuklarım. Bundandır, 'bir karayolunun hikâyesi de olur muymuş' demeyin. Kat edilen her mesafeyi adeta karış karış içselleştiren bir aracın üzerinde ilerliyorsanız, tanıklık edilen durumların gerçekliği karşısında düşsel heybenize yer edinen yaşam ve yaşanmışlıklar, aktarılmayı bekleyen sabırsız bir dil olmaya başlar.

Çocukluğumdan ödünç aldığım enerjimle, bilinmeyene ulaşma çabası içerisinde buluverdim kendimi. Çevirdiğim pedallar, Anadolu'ya dair yaşanmışlıkların, yaşananların tüm görkemini, türlü ağıtlarını sunmaktaydı. Coğrafyanın buyurganlığında, bisikletimin selesine kurularak teker izimi bıraktım dağa, taşa, düz ovaya...

Akdeniz ile Ege'yi ayıran yarımadanın ucunda bulunan Datça'dan dâhil oldum yeni serüvenime. Aylardan nisan. Kıvrımlı, inişli çıkışlı bir rota. Yükseldikçe iki yanımda beliren mavilik. Soluklanmak, biraz da anı yaşamak. Beliren koylar, siluete bürünmüş adalar, kuş sesleri, gelişigüzel uçuşan kelebekler... Pedala kuvvet! Ahali bisikletlilere alışkın, el sallayan nicelerine karşılık vererek ilerledim, kadim Karia'ya şahitlik etmiş toprakların son kilometrelerini arşınlarken.

Issız bir koy. Dalgaların gelgitlerine kulak kabartarak bekledim geceyi. Dolandım, ıslığıma sığındım, göğü kuşatan yıldızlara kaçamak gözlerle baktım, ay ışığına sokuldum ve ara ara rüzgâra karşı sığınağım oldu kurulu çadırım. Zaman bendim, gelecek günlerimin tik taklarıydı kalp atışlarım.

Marmaris, Köyceğiz, Fethiye derken tüm Muğla'yı ardımda bırakmıştım. İnsanlar çekirge istilasından mustarip, zeytinyağı her sofranın vazgeçilmezi. Gündem, yerel seçimler üzerine kurulu. Kulaklar, olası İstanbul seçimleriyle meşgul. En yavaş hızımla ilerledim, yolluğumda kuzukulağını eksik etmedim. Dağ eteklerine ulaşıp kıl keçilerinin misafiri oldum, deniz kenarlarında kampçılarla yoldaşlık ettim, antik kentlerin kalıntılarında ise geçmişin izini sürdüm kendimce. Şehir merkezlerinin kalabalığına, keşmekeşine, samimiyetten uzak havasına çok da dâhil olmadım, pedallayarak uzaklaştım. Turizm cenneti diyorlar ya hani, nasıl cehenneme çevirdiklerine şahit oldum, beton yığınlarının uzamış gölgelerinin üzerinden geçerken. Vesselam, vira Bisiklet, diyerek devam ettim.

Diyaloglar, rampalar, aşılan tepeler, gece yarıları, öğlen sıcakları, kamp ocağımda hazırlanan öğünler, güzergâhımdan saptığım nice an, yolların bahşettiği doğaçlamanın içerisinde birer şiirsel satır aralarıydı. Batı Antalya dedikleri, Kaş'tan taa Kemer'e düşler sarmalı.

Karayolunun ip gibi uzadığı, sağlı sollu yerleşkelerle örülü koca şehre birkaç tüneli aştıktan sonra vardım; Antalya. Eş, dost, akraba ziyaretlerine ve gezilesi, görülesi yerlere dair üç beş gün yola duyduğum hasreti kamçıladı. İflah olmayan duygularım, bisikletime tekrar kavuşmamla artarak bir başıma yeni hikâyelere doğru savruldu. Aspendos'tan, Side'ye ve oradan da istikametim üzerinde konaklayabileceğim herhangi bir yere çevirdim gidonumu. Aylardan mayıs. Açıktan vuran rüzgârdan gücünü alan dalga kümelerinin kumsala sertçe vurduğu dakikalarda, kurmakta olduğum çadırla cebelleşirken, bir ses işittim; hoş geldin. Kafasında önceden siyah olduğu pek belli, fakat güneşe fazlaca maruz kaldığından kahveye evrilmiş şapkasının altında, elinde tuttuğu sigaranın öncesinde nicesini tüttürdüğü bariz, sararan beyaz bıyıklarının uzunluğundan dudakları kaybolmuş yaşlıca biriydi sesin sahibi. Hoş buldum amca. Ne yana gidersin, dedi. Yanıtladım. Ne iş yaparsın, dedi. Onu da yanıtladım. Alışkındım. Laf lafı açtı, sonra Sivas'a dair güzellemeler çıktı ağzından. Cevap niyetine, amca buralar da güzel, insanlar bir haftalık tatillerini geçirmek için sizin memleketinize geliyor, diyebildim. Sabırsızca dinleyip söylediklerime itiraz edercesine Anadolu âşıklarından ödünç aldığı çabuklukla dile geldi; olur mu hiç oralar sapsarı, bozkır; buralar öyle mi önün deniz, ardın dağ, heey heey. Doğaçlama bir tebessümle karşılık verdim. Konuştu, konudan konuya sekti, yoruldu, beni kendimle baş başa bırakıp geldiği yöne ağır adımlarla gidiverdi. Aklımda, anlattıkları.

bir-karayolunun-hikayesi-datca-dan-yuksekova-ya-838853-1.

Yollar, yolcuklar...

Ününü bildiğim yolların virajlarında saatler süren tırmanışlarım, birkaç dakikalık dikkatli inişlerle sonlanıyordu. Ağır ağır giden araçların keskin fren sesleri, eriyen lastiklerden yayılan kokular, ara ara öten kornalar, doğanın ihtişamını tehdit eden fazlalıklardı. Eğimin sürekli arttığı, dört tekerli motorluların yan yana geçemediği, uçurumun her an göz kırptığı, kuş seslerinin umut olduğu, yüzüme konan bin bir çeşit canlının muta dönüştüğü, ter tanelerimin boncuk boncuk dağıldığı bir garip diyardaydım. Ufak düzlüklere yer edinen gözlemecilerin Yörüklere has yayık ayranından kana kana içtim, muz hevenkleriyle donatılmış tezgâhlardan nasiplendim. Dillerde; tekrarlanacak olan İstanbul seçimleri, tünel inşaatları, muz üretiminin akıbeti, eskilere duyulan özlem... Kıvrıla kıvrıla, ine çıka ilerlemeye devam ettim, en güzel uykularımı tattım suskun gece yarılarında. Taşucu'na vardığımda, ardımda bıraktığım dağların siluetine bakındım, önümde beliren düzlüğü yara yara ilerledim. Cennet-Cehennem ‘de gezindim, Kız Kalesi'nin karşısına kuruldum. Erdemli ‘ye vardım, oradan da Mersin'e.

Anadolu'nun bağrına sokuldukça denizden uzaklaştım, yol nereye ben oraya. Sıcaktı. Tarsus yakınlarında, yol kenarında, bir çay ocağını kestirdim gözüme. Geniş gövdeli ağacın gölgesindeki taburelerden birine iliştim. Demli bir çay söyleyip önümdeki masanın üzerindeki spor gazetesinin sayfalarını karıştırdım. Son havadisleri hızlıca ve bir o kadar dikkatsizce okurken, yan masaya kurulan, muhtemelen mekânın müptelalarından, üzerine tuttuğu takımın orijinal formasını geçirmiş gençten bir çocuk, boşuna okuyorsun abi, şampiyon Beşiktaş, diyerek sohbet çemberini genişletti. Öyle diyorsun da lider Galatasaray, fena da oynamıyorlar, dememle, yok abi, şampiyon belli, gör bak, kaldı üç maç, Galatasaray, anca kupayı alır Akhisar'dan, demesi bir oldu. Kendinden emin tavrı, yüzündeki sırıtışına da bulaşmıştı. Çayımı ufak ufak yudumladım, boşalan bardağım dolusuyla değiştirildi, ara ara yanımdakilerin sohbetine dâhil oldum. Temmuzda kayısıya, ağustosta da fındığa gideceklerdi.

Yollar, yolculuklar...

Rüzgâra hasret şekilde, Adana'ya dâhil oldum. Bisiklete biraz ara verdim, şehrin sokaklarında dolandım, gölgelik kaldırımlarında bağdaş kurdum, esmer tenli insanların yüzlerinde beliren derin kırışıklıklara saygı duydum, adımlarımı gara doğru hızlandırdım. İstasyon insanları, düşüncelerine yer edinen ne varsa bindiği vagona kendileriyle beraber hapsetmişti. Trenin hareket saatinden sonra, peronda, elimdeki yarım litrelik suyla bir başıma kalakalmıştım. Şehrin kimlikleriydi belki de istasyonlar, uzayıp giden iki çizginin üzerinde bir cambazlıktı yaşamak. Yıllar öncesi canlandı gözümde. Kars'tan trene binen dedemi Haydarpaşa'da karşılardık babamla. Dedemin elinde sandığa benzeyen bavulu olurdu her seferinde. Neyse. Düşüncelerime yer edinen kırıntıları elimdeki şişede kalan suyu kana kana içerek uğurladım. Tekrar şehrin kalabalığına

karıştım.

Güneşten önce davranarak ayrıldım Adana'dan. Sabah serinliğine dair kanıt ararcasına çevirdim pedalları, nafile. Heyecanlıydım, romanlardan bildiğim Çukurova'ydı güzergâhım. Solumdan hızla geçip ilçelere giden minibüsler tıklım tıklım, emniyet şeridinde at arabaları, gökyüzünde uzayan mavilik. Fabrikalarla iç içe geçmiş verimli düzlüğe bakındım, selamlaştık emekçilerle, soğuk ayranlarından ikram ettiler, güneşi görmeyen kamyon kasasının kenarına çömelerek içtik hep birlikte. Çoluk çocuk bisikletin etrafında etten duvar. Yolcu, yolunda gerek. Ceyhan'a varmadan sağımda belirdi Yılan Kale. Yaşar Kemal romanlarının kılavuzluğunda kalenin eteklerinde buldum kendimi. İçinde ipek yolu olan hikâyeler dinledim insanlardan üstüm başım ter içinde. Vedalaştık, uzaklaştım. Koca düzlükte Ceyhan Nehri'nin kıvrımlarını takip ederek ilerledim bir süre. Nehrin adaşı olan şehre vardığımda gölge boyum ufacıktı. Sessiz sedasız ayrıldım oradan da. Toprakkale'nin ihtişamına kapıldım yol üzerinde, Osmaniye'ye vardım dakikalar içerisinde.

Bundan sonrası ilk yol ayrımı.

Datça'dan Osmaniye'ye kadar aynı karayolu olmuştu güzergâhım. Antakya, Kilis, Antep, Maraş, Malatya, Adıyaman illerinde zincirimden çıkan bilindik sesi başka yollarda dinledim. İstanbul seçimleri bu süreçte sonuçlandı. Şampiyonluk da, kupa da Galatasaray'ın olmuştu. Urfa'da hikâyesini karaladığım yola tekrar kavuştuğumda aylardan temmuzdu ve sıcaklık Adana'dakinden beterdi.

Ozan Veysel'in bağlanmasında can bulan uzun ince bir yoldaydım. Mezopotamya'nın izinde sağlı sollu tarlaları aştım birer ikişer. Viranşehir'de lastiğimi patlattım, Kızıltepe'deyse Mardin'e uzanan yokuşu gözümde büyüttüm. Önümü aydınlatan ışığımla zifiri karanlığa meydan okuyarak tırmandım. Eski Mardin oldu günlerim ve sonrasında tekrar yola büründü. Bahar aylarının yeşil denizinde istikametim oldu Nusaybin. Solum devlet, sağım bir başka devlet.

Bundan sonrası ikinci yol ayrımı.

Gidonumu Batman tarafına kırdım ve sırasıyla Diyarbakır, Elazığ, Dersim, Erzincan, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Bingöl, Muş, Bitlis ve Siirt oldu güzergâhım. Eruh üzerinden Namaz Dağı'nı aşarak vardım Şırnak'a, aylardan eylül.

Cudi Dağı'nın heybeti görülmeye değer. Yüksek dağların arasında, dört yanım ıssızlık. Islığıma yer edinen melodilerin yankısını dinleyerek vardım Şenoba'ya. Beldenin yaslandığı dağların adını sordum soluklanmak için uğradığım kahvehanede; Kel Memed.

İncir ağaçları, yer yer üzüm salkımları, sıfır noktası, kontrol noktaları, köy mescitlerinde geçirdiğim gece yarıları... Vakitli vakitsiz patlayan lastiklerimi yama yaptım su kenarında, davet edildim sofralara, dükkân önlerine, bahçelere her gün doğumundan gece yarısına, Süvarikutra'dan gün batımını izledim, Zap Suyu'nu takip ettim bir süre, Şine Kayalıkları'nın anlatılamayacak etkisi altında Ferit Edgü'nün bulunduğum coğrafyaya dair satırlarını anımsadım.

Depin Köprüsü'nden geçerek Hakkâri’ye doğru yükseldim çevirdiğim her pedalda. Gün akşama varmadan ulaştım şehre. Yorgunluğumu, tatlı bir uykuyla harmanladıktan sonra gün doğumunu Sümbül Dağı'yla birlikte karşıladım. Bilmediğim sokakların, bilmediğim sokaklara açıldığı Hakkâri’de tabana kuvvet dolandım. Kepenk sesleri, koşuşturan insanlar, şehrin gürültüsü, köşe başlarına tüneyen köpekler... Terk edilmişliği çağrıştıran boyasız bir binanın en alt katında bulunan dükkânın silinmeye yüz tutmuş tabelasındaki yazıyı okudum; kuaför. İçeri girdim, etrafa yayılan koku tanıdıktı. Parfüm şişeleri, jöle kutuları, berber sandalyeleri, aynaları çocukluğumu fısıldayan bir ahenge bürünmüştü. Çırak olduğu her halinden belli olan kişinin, hoş geldin abi, demesiyle geçmişten sıyrıldım. Eyvallah, hoş buldum. Sen şöyle geç abim, ben ustayı çağırayım. Çırak, çevik hareketlerle gözden kaybolduktan sonra en soldaki koltuğa yayıldım. Ustayı beklerken önümde beliren arkamdaki siyah beyaz fotoğrafları seyrettim uzun uzun. Usta geldi, selamlaştık, ardından çay söyledi. Saç mı sakal mı, sorusunu, sadece ense, diyerek yanıtladım. Toplu iğneden destek alarak tabelasını andıran solgun örtünün iki ucunu sıkıca boynuma doladı. Tıraş makinesinin ensemde gezinmesiyle, haliyle sohbetimizde başladı. Fotoğrafları sordum, uzun uzun hikâye anlatır gibi anlattı çocukluğunu, ilk öğretmenini, yetmişli yılları... Sessizliğin hüküm sürdüğü bir an, karşımda duran kendime baktım dikkatlice. Aynalara uzun uzun bakmayalı kaç zaman olmuş ki, gözaltlarımdaki kemikler belirgin olmuşlardı. Neyse. Çayım geldi, yudumladım. Yarım kalan sohbet, yol hikâyelerimle devam etti. Ustanın yüz ifadesinde kat ettiğim yolları gördüm. Tekrar sessizlik. Fırça ensemde üç dört tur attı, toplu iğne görevini sonlandırdı, boynumdaki rahatlığın tarifi yok. Kalan çayımı keyifle yudumlarken, ustasından kalan işi devralan çırak, elinde tuttuğu yer fırçasıyla savrulan kıllarımı bir araya toplamakla meşguldü. Borcumu ödetmeyerek yolcu etti usta. Sokağa açılan kapıyı aralarken, çocukluğumu da orada bıraktım. Hadi selametle.

Yollar, yolculuklar...

Geldiğim yoldan gittim. Dilimde yıllar önce ezberlediğim bir Hakkâri türküsü, Berçelan Yaylaları. Depin Köprüsü'nden bir kez daha geçip sola kırdım gidonumu. Coğrafyada eşi benzeri olmayan yüksek kayaların arasında, karşıdan vuran rüzgârın yer yer uğultusuna aldırış etmeden ağır ağır ilerledim. Az gittim, uz gittim yol ayrımına vardım. Dağları aşarak kıvrıla kıvrıla geniş düzlüğe açıldım. Devam ettikçe karşımda beliren siluet büyüdü, büyüdükçe somutlaştı. Çevirdiğim pedallar eşliğinde dâhil oldum şehrin kalabalığına. Yüksekova.

Yağmurlu bir günde, önceki günün son kilometreleri ilk kilometrelerim oldu. Datça'dan başlayıp Esendere, Yüksekova'da son bulan iki bin elli kilometre uzunluğunda bir karayolunun hikâyesini düşleyerek vardım yol ayrımına. Solum Hakkâri’ye, sağım Başkale'ye gider. Türkiye'nin en yüksek rakımlı ilçesine doğru ilerlerken D-400 olarak adlandırılan sonlandırdığım karayolunu, geçtiğim yerleşim yerlerini düşündüm ve her haliyle yola yansıyan tüm izlenimlerim ülkedeki gerçekliğin fragmanı gibiydi.