Geçen hafta ABD Yüksek Mahkemesi, kadınların temel haklarından en önemlisi olan “kürtaj hakkını” Anayasal Hak olmaktan çıkardı. Böylece, 1980’lerle başlayan “evrensel insan hakkı” karşıtı yeni muhafazakârlık dalgası çok önemli bir aşamaya ulaştı.

Şimdi sorulması gereken önemli bir soru var. Bu karar “evrensel insan kavramı” karşıtlarının çıkabilecekleri en yüksek nokta ve buradan sonra gerileyecekler mi, yoksa doksanlarda tanımlanan “yeni orta çağ”a çoktan girdik mi? Ukrayna’daki savaşın, 3. Dünya Savaşı’nın “antrenmanı” olarak görüldüğünü de düşünürsek çok zor zamanlarda olduğumuz açık.

Kürtaj neden yalnızca kadının kararına bırakılması zorunlu olan en önemli kadın hakkı? Çünkü bu hakla kadın, kendi bedeni üzerinde kendi onayı dışında hiç bir güce boyun eğmeme hakkını kazanmıştı. Bedeninin, sadece doğurmaya ve erkeğe haz vermeye hizmet eden bir “mal” (nesne) olarak kavramlaştırılmasından kurtulmuştu. Sınıflı toplumun başından bu yana kadın ilk kez kendi bedeninin sorumlusu ve yetkilisi olabilmişti.

ABD’de kürtaj hakkının Anayasal Hak olarak tanımlandığı 1973 yılında eşcinsellik de psikiyatrik hastalık sınıflamasından çıkarılmıştı. Bu iki kararla insanların cinsellik ve üreme potansiyellerini kendi akıllarıyla, özgür iradeleriyle, kendi bildiklerince gerçekleştirme özgürlükleri yasal hak olarak tanınmıştı. Kadın ve eşcinsel özgürlük hareketlerinin acı ve ıstırap dolu mücadeleleri hukuk, tıp ve psikiyatri içinden gelen özgürlük akımlarıyla birleşmişti. Kürtaj hakkını hukukçular yasalaştırmış, eşcinselliğin bir ruhsal hastalık olmadığını da psikiyatrlar göstermişlerdi. Demem o ki, bilim ve toplum birbirini besleyen, değiştiren, güçlendiren bir işbirliği içinde olmuşlardı. Ortak tarih şans, rastlantı eseri değildi. Öncesindeki büyük mücadele, sosyalizmin kazanımları ve altmışların özgürlük hareketlerinin “niteliksel sıçramasıyla” başarılan bir devrimdi.

Üreme ve cinselliği her bireyin kendi aklı, duyguları ve özgür iradesine bırakan bu iki karara alındıkları andan başlayarak örtük ya da açıktan karşı devrimci saldırı başlatılmıştı. Yani kararlardan sonra ne kadınlar ne de heteroseksüellik dışı cinsel yönelime sahip bireyler için hayat güllük gülistanlık olmamıştı. Yine de bu mücadelede kendilerini güçlü hissetmelerine katkı veren, omuzdaşlık eden hukuk ve tıp disiplinleri vardı.

Üreme ve cinselliği bireyin aklı ve özgür iradesine bırakan bu devrime karşın, her ikisini de kendisini dine ve erkek egemenliğine dayandıran bir iktidara tabi kılmaya çalışan karşı devrim süreci, hukuk ve tıbbı yanına alamayınca çıplak şiddete başvurmayı seçti. Tüm dünyada muhafazakârlaşma ve dincileşme ile kadına ve eşcinsellere yönelik şiddetin aynı anda yükselmesi böyle gelişti.

Son kırk yıldır dünyada gelir eşitsizliğinin aradaki farkın kapatılamayacağı kadar derinleşmesi, yoksulluğun suç olarak kavramsallaştırılması, terörün bir devlet politikası olarak benimsenmesi, bölgesel savaşlarla milyonların yeni tip göçebeliğe itilmesi, açlığın, açlıktan ölümlerin “gelişmiş ülke metropollerinin” sokaklarına kadar yayılması; aynı sürecin görünümleri.

Bu değişime biraz uzaktan tarih bilinciyle bakan birinin diktatörlükler dönemine girilmek üzere olunduğunu fark etmemesi biraz zor. İçerdiği tüm yanılsamalara ve yalanlarına karşın demokrasinin yerine diktatörlüğün geldiğini görmeliyiz galiba.

Demokrasiden diktatörlüğe geçiş sürecinin en belirgin özelliklerinden birinin insanların “gerçeği inkar etmeleri” olduğu söylenir. İnsanlar giderek merkezileşen, tek adamlaşan yönetimlerin güçlenmesini, kazanılmış haklarının irili ufaklı parçalar koparılarak budanmasını görmeyi inkar etme eğiliminde oluyorlar. Bu inkarın en büyük destekçileri de “liberal özgürlükçüler” oluyor.

Liberal özgürlükçü sıfatı ne kadar tutarsızsa dünyayı görme biçimleri de aynı ölçüde tutarsız olan bu grup, hem kadın haklarını hem de heteroseksüellik dışı cinsel yönelimleri her iki kavramın içini boşaltarak zayıflattılar. Öyle ki insanlar ben kadınım, erkeğim, eşcinselim, transım demeye bile çekinir oldular. Bu kimliklerin yok sayılması olup bitenin hem gözden kaçırılmasına hem de inkar edilmesine çok büyük katkı verdi.

Şimdi geldiğimiz zamanda bir yandan dünya savaşının tam tamları çalıyor, aynı anda kadın ve bedeni üzerinde yeni bir erkek imparatorluğunun önü açılıyor. Baştaki soruya dönelim; karşı devrim kazanmak üzere mi yoksa özgürlüğün özgürlüğünü tadanlar devrimlerini koruyacaklar mı? Bu sorunun yanıtını bireyler değil, onları bir araya getirebilen örgütler verecek, hem bizde hem de dünyada.