Yeni bir darbemiz oldu: Emekli amiraller darbesi!

İktidar konuyu uzatabildiğince uzatacak. Emekli amirallerin ifadeye çağırılmak yerine sabahın köründe gözaltına alınmalarına bakılırsa, tartışma iktidar medyasının da köpürttüğü olağanüstü ağır koşullarda sürecek.

Emekli deniz subaylarının, üstelik de uzmanlık alanlarındaki bir konuda yaptıkları açıklamanın iktidar penceresinden gösterilen hali “darbe”! Muhalefetin bir kısmına göre ise “gereksiz” bir girişim ve “zevzeklik.” Bir de tavsiye var: Siyaset yapmak istiyorlarsa, ya siyasi partilere katılsınlar ya da parti kursunlar!

Siyaset yapmayı siyasi partilerle sınırlı gören bu anlayışın, siyaset bilimiyle de demokrasiyle de uzaktan yakından ilgisi yok.

Bizde ve dünyada, bir konuda görüş belirtmek, bir konuyu eleştirmek isteyen insanların ortak bir açıklamanın altına toplu olarak imza atarak, kamuoyuna açıklama yapmaları oldukça yaygın bir pratik.

Tamam, başkaları yapabilir, nitekim benzer bir açıklamayı daha önce bir grup diplomat yaptı, ama emekli askerler yapamaz, o zaman ifade özgürlüğünden çıkar, darbe çağrısı olur diyenler var.

Bir grup hukukçu da böyle olamayacağını; Anayasa'nın 26. maddesinde yer alan “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak yayma hakkına sahiptir” hükmünün “herkes”i kapsadığını vurguluyor.

Kuşkusuz; 1960, 1971,1980 darbeleri ve 1997’de Erbakan-Çiller hükümetinin sonunu getiren post-modern darbe ve nihayet 250’den fazla insanın canına mal olan 2016 başarısız darbe girişimi toplumsal hafızadan kolay silinecek olaylar değil.

Ancak, Türkiye’nin darbeler tarihi ve darbe dönemlerinin yol açtığı ağır toplumsal travmalar, darbenin iktidardan başka kimsenin aklına gelmediği şu günlerde, pazar gününden bu yana yaşanan fırtınayı açıklamaya yetmiyor. O nedenle, kimilerine göre, yaşananlar bir kaşık suda fırtına koparılmasından ibaret.

Fırtına kopar mı bilemem ama, bu bir kaşık sudan “moral panik” çıkarılabileceğini sanmam!

Stanley Cohen, 1971’de “moral panik” kavramını; bir durumun, kişinin ya da grubun toplumsal değerlere tehdit olarak tanımlanması olarak ifade etmişti. Medyanın baş rol oynadığı bu süreçte, bir tehlike o denli abartılıyordu ki, vatandaşlar devletin/iktidarın tüm olanaklarını kullanarak kendilerini bu tehlikeden kurtarmasını talep ediyordu.

Moral panik yaratma sürecinin ideal işleyişinde; 1) öncelikle tehdit olarak sunulan konunun toplum üzerinde olumsuz bir etkisi olacağına dair bir inanç olmalı, 2) bu inanca yaslanarak tehdit kaynağı düşman olarak tanımlanarak bir “biz” ve “onlar” kutuplaşması yaratılmalı, 3) tehdidin ve düşmanın gerçekliği konusunda bir toplumsal konsensüs oluşmalı ve 4) nihayet suçlanan gruba karşı tehdidin gerçek boyutuyla orantısız bir güç kullanılarak tehdit ortadan kaldırılmalı.

İktidar ve medyası, süreci böyle işletmek için olanca çabayı gösteriyor. Ancak sorun şu ki, böylesi bir etki yaratacak, iktidardan bağımsız, sözünün ağırlığı olan bir medya yok. İktidar medyası ve iktidar, tehdit ve tehlike konusunda toplumsal bir konsensüs yaratma potansiyeline sahip değil ve sözlerinin etkisi zaten kutuplaşmış toplumun kendileri tarafında bile sınırlı kalıyor.

Darbe konuşarak toplumun dikkati asıl sorunlardan uzaklaştırılmaya ve amiraller üzerinden itiraz etme eğilimindeki tüm kesimlere gözdağı verilmeye çalışılabilir. Ancak, darbe korkusuyla toplumu aynı noktada toplamanın koşulları yok.

Kısacası, buradan toplumun çoğunluğunu iktidarın etrafında toplayacak bir “moral panik” çıkmayacak!