Tarih: 16 Mart 1978.

Yer: İstanbul Üniversitesi’nin önü…

O gün toplu halde çıkan öğrencilerin üzerine atılan bomba ve silahlı saldırı sonucunda yedi kişi yaşamını yitirdi, onlarcası yaralandı.

Büyük acıların toplamı tarihimiz… Gözyaşları ve ağıtlarla harmanlanan… Gencecik çocukları toprağa verdiğimiz, karabasanı bol günlerle örülü...

Yürek dayanır mı? Dayanmaz.

Bir şair evinde çay içiyor. Belki bir gün önce baktığı hastalarını düşünüyor. Bugüne kadar yüzlercesinin yarasına merhem olmuş, kaldırmış ayağa. Bir yandan haberleri dinliyor. Ajans, İstanbul Üniversitesi’nin önünde yaşanan katliamdan söz ediyor. Kanlar içinde yere serilmiş fidanları düşünüyor. Ter boşanıyor sırtından. Nefes alamıyor. Kalbini tutuyor. Yığılıyor oracığa. Yapılan cenaze merasiminde yakalara iliştirilen fotoğrafta Ceyhun Atuf Kansu yazıyor.

***

Kansu, kendini Anadolu’nun ve yoksulluğun sözcüsü kılan bir şairdi. Şiiri zaman zaman kötümserliğe kadar uzansa da, dizelerinde var olan somut gerçeklik karşısında bir şeyler yapamamanın ezikliğini görmek mümkündü. Sanki Anadolu’yu yazarsa kurtaracağını düşünüyordu. Oysa Anadolu’nun kurtuluşu yazmaktan geçmiyordu. Gerçekten halk sevgisini içinde yaşatan yöneticilere ihtiyaç vardı!

O; tüm zenginlikleriyle özümseyip, sindirdiği halk kültürünü çok iyi biliyordu. “Ninni”den beslenen, “masal”la ilerleyen şiirinde Anadolu’nun geçmişini bütün renkleriyle kullanıyordu.

Kansu, yurt kavramına yeni bir soluk getirdi. Ancak şiirini kurarken, yurdunu doğanın dışında bırakmadı. İçinde olduğu sakin ama derinden ilerleyen ruh durumu, zaman zaman “düşünsel” yapının dışındaydı. İtirazları son derece duygusaldı. Ama bu ona incelik ve sahicilik kazandırıyordu.

Toplumcu şiire yönelmesinin sırrını şöyle açıklıyordu: “Zamanla dünya insanlarının, dünya halklarının da kendi ülkemizin insanları gibi, aynı sorunlarla, aynı dertlerle karşı karşıya olduklarını okudum. Bunların arasında bağlantılar bulmaya çalıştım. Bu ülkeleri tanırken, bu ülkelerin halklarına da ilgi duydum. Brezilya’ya, Bolivya’ya, Vietnam’a, böylece şiirimde kendi halkım için söylediklerimi, bize benzeyen başka az gelişmiş ülkelerin halkları için de duydum.”

Bu sözler onun çağdaş hümanist ozan kimliğiyle evrensel olana geçişinin de kanıtıydı. O, son dönemeçte Ataol Behramoğlu’nun deyişiyle, “Sol Kemalizm’den Marksizm’e doğru da açılan” bir şairdi... Özellikle “Yanık Hava” kitabından itibaren, “Kemalist inanç ve duyarlılıkların yanı sıra, Marksist ana koldan etkilendiğinin belirtileri ile” çıkıyordu karşımıza.

Ceyhun Atuf’un siyasal şiir atmosferine geçişi, aynı zamanda meslektaşı olan Orhan Asena’ya ne kadar benziyor. Asena oyunlarını başlangıçta Anadolu tarihinden yola çıkarak yazdı. Kansu da şiirinde Anadolu’nun duyarlılıklarını tarihsel bir bakış açısıyla sundu bize. Zamanla Orhan Asena bu yapıdan çıkarak dünya insanının yaşadığı sıkıntılara uzandı. Şili’de yaşanan kara darbeyi merkezine taşıdı. Ölü Kentin Nabzı, Şili’de Av ve Bir Başkana – Allende’ye – Ağıt üçlemesi en özel eserleri oldu. Kansu da, “Bağımsızlık Gülü” ile “Buğday, Kadın, Gül ve Gökyüzü” kitaplarında Jose Manuel’den, Hiroşima’ya, Joan Baez’den, Andersen’e, Lyon Garı’na, Lorca’ya kadar uzandı.

Kansu, yurdun kalkınmasını köyün kalkınmasında olduğuna inanan bir aydın – şair olarak Gül Gazetesi şiirinde, “Güllerden haberiniz yoksa devleti yönetmeyin/Unutmuşsa gül vaktini halk,/Salkım salkım dökülen akasyalara/Bakan yoksa, düzenden filan söz etmeyin!” diyerek artık yüksek perdeden karşı çıkışını – itiraz noktalarını sunmaya başladı.

***

Şair yüreği bir katliama dayanmadı. Ama yazdıkları, başka şairlerin şiirlerinde de hayat buldu. Ali Cengizkan’ın “Yaşamak Gibi” şiiri bize onun öğüdünü tutmamızı salık veriyor: “Küçük şeyleri sevmeliyim/Dedem Ceyhun öğütledi./Çolak amcamın demlediği Bergamut tütsülü çayları/Zından demirlerinde akşam/Karanlığı gözaltında tutanı/Ay çevrende dinlenirken Sürmeli kızımın bakışını/Dışarda elleri bahar/İçerde deli eden âşıkları/Simit yemeyi yürürken/Sevdiğimi sokakta öpmeyi/Bir çiçek duruşunda dimdik / Kavgada ön safta gitmeyi.. (…)”