Avustralya hükümeti inatla Suudi Arabistan ve ABD’den yana taraf oldu ve sera gazı salımının düşürülmesine yönelik tüm teşebbüsleri Birleşmiş Milletler zirvelerinde sabote etti. Şimdi ise ülke yanıyor. Hayvanlar yanıyor, ağaçlar yanıyor. Biz ise izliyoruz

Bir kıta yanıyor

Marc Hudson

Avustralya’yı kasıp kavuran yangınlar hakkında bilim adamlarının ve yorumcuların henüz söyleyemediği ne söylenebilir ki?

Aslen Avustralyalıyım ve pek çok Avustralyalı gibi evimden çok uzaklarda yaşıyor, olup biteni uzaktan dikkatle takip ediyorum. Sözde ‘liderlerimizin’ davranışları karşısında öfke, korku ve çaresizlik içindeyiz. Yangınlar sürüp giderken tatile çıkıyorlar, döndüklerinde perişan insanları iyi ‘fotoğraflar vermek’ için kullanıyorlar.

Yüzyıllık ormanlar yanıp gitti, Büyük Mercan Resifi gibi onlar da yok olup gittiler. Hayvanlar yanıp kül oldular. Yaşanan felaketi tarif edecek sözcükleri bulmak zor. Fakat bu bir trajedi değil, ‘trajedi’ kaçınılmaz olandır.

Şu an şahit olduklarımız ise bilinçli ihmalkarlığın, kasıtlı körlüğün ve gündelik açgözlülüğün bir sonucu. Siyasi liderlerin ve üç hafta, üç ay değil, otuz yıl önce kurulmuş siyasi partilerin başarısızlığına şahitlik ediyoruz. ‘Sera gazı etkisi’ olarak bilinen olgunun yarattığı tehlikeler daha o zamanlar Avustralyalılara anlatılmıştı.

Doktoramı kısa süre önce Manchester Üniversitesi Sürdürülebilir Tüketim Enstitüsünden aldım ve çalışmalarım esansında 1980’lerden sonra kayda geçen belgelere derinlemesine dalış yapma şansım oldu. Henüz 1970’li yıllarda Avustralyalı bilim insanları atmosferde artan karbondioksit seviyesini ölçmeye ve endişe duymaya başlamışlardı. 1987 yılı geldiğinde üç günlük bir bilim konferansında bir araya geldiler.

Bir sonraki sene gazeteler ve radyolar ‘küresel ısınma’ denen şeyi konuşmaya başlamışlardı; aynen geçtiğimiz sene olduğu gibi. Toplumun bilinçlendirilmesi ve enerji verimliliği gibi konulara yoğunlaşan politikalar öneren sayısız rapor yayınlandı, konuşmalar yapıldı, resmi belgeler hazırlandı. Yenilenebilir enerji alanında araştırma ve geliştirmenin nasıl yapılabileceği araştırıldı, fosil yakıtlardan karbon vergisi alınması teklif edildi.

Fosil yakıt çıkarları (kömür şirketleri, elektrik üreticileri, büyük ölçekli sanayi üreticileri) lobicilik yaparak karşılık verdiler. ‘Bağımsız’ ekonomik modellemeler vasıtasıyla teklif edilen önlemlerin uygulamaya dökülmesi halinde kıyametin kopacağını ve Avustralya ekonomisinin çökeceğini söylediler. Kazandılar. 1992 Haziran ayında Rio Zirvesi yapıldığında Avustralya’nın diplomatik duruşu ilk zamanlardaki ‘aksiyon yanlısı’ duruşundan epey farklıydı.

1995 yılı geldiğinde ise aksiyon karşıtlığı vücut buldu. Hikaye o zamanlardan beri de pek değişmedi. Avustralya hükümeti inatla Suudi Arabistan ve ABD’den yana taraf oldu ve sera gazı salımının düşürülmesine yönelik tüm teşebbüsleri Birleşmiş Milletler zirvelerinde sabote etti.

2011 yılında Julia Gillard yönetimindeki İşçi partisi hükümeti yetersiz de olsa ilgili politikayı yürürlüğe koyduğunda çıkar gruplarının ortaya koyduğu karşı kampanya akıl almaz boyuttaydı. Körükledikleri kültür savaşı ise hâlâ dindirilebilmiş değil – daha önce bunun ‘beyaz erkeklerden’ oluşan teknokratların kaygıları ve önyargılarıyla ilgili olduğunu da savundum.

Gillard’ın yürürlüğe koyduğu karbon ödemeleri yürürlükten kaldırıldı ve bir sürü diğer politika ise tamamen yok edilmediyse de zayıflatıldı. Peşi sıra tüm hükümetler önlerine gelen kömür ya da doğalgaz projelerinin hepsine bayılıyordu – ‘ilerici’ hükümetler ise karbon yakalama ve depolama gibi fantezi teknolojilerinden söz edip duruyorlardı.

bir-kita-yaniyor-671122-1.

Toplumsal hareketler çeşitli nedenlerden ötürü ekonomi-politiğin görüş birliğine karşı çıkmakta zorlandılar. Şimdi ise ülke yanıyor. Hayvanlar yanıyor, ağaçlar yanıyor. Biz ise izliyoruz.

Bir şey değişecek mi? Bunu düşünmek güç. Korkarım bunun doğal dünyaya (bununla birlikte kadınlara ve etnik azınlıklara) yönelik gaddar bir hürmetsizlikle ve kolonileşme döneminden gelen bir tahakküm arzusuyla (ihtiyacıyla) ilgisi var.

Beyaz Avustralya ile Aborijinler arasındaki ilişkilere yoğunlaşan Avustralyalı düşünürlerimizden biri kısa süre önce şu gözlemini paylaştı: “Muhafazakarların iklim felaketini kendi çıkarlarına değil, düzen ve mantığa yönelik bir tehdit olarak algılayacaklarını düşünebiliriz. Fakat modern muhafazakarlar böyle değil. Mazlumun imdadına yetişen bir gelenekten geldikleri için doğanın ırzına geçmek, verimli toprakları kentleşme yüzünden yitirmek, akarsu ağlarımızı kaybetmek, kasabalarımızı yitirmek, arazilerimizin hem güzelliğini hem işlevselliğini yitirmek ve endüstriyel tarımla topraklarımızın sürdürülebilirliği kaybetmek içlerine dert olur sanırsınız. Şimdinin muhafazakarları böyle değil.”

Bu ‘şimdinin muhafazakarları’ nasıl def edilebilir? Ümidimiz var mı? Cesaretimiz var mı? Ortaklaşa hareket etmeli, büyümeliyiz. Zamanımız var mı? Varmış gibi harekete geçmeliyiz. Aksi taktirde bunun adı ihanet olur.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: New Internationalist