Nurşen Kanza’nın şu sözü bana bir Kızılderili efsanesini anımsattı:

“Bu ülkede çocuklar bir kuş türü zaten, havaya ne zaman bir şey atılsa ölüyorlar!”

Zaman, henüz “takvim”in rahmine düşmemiş ve Kızılderililerin “Büyük Reis”i gökyüzünde oturmaktadır. Bir gün, dünyayı yaratır, ardından da hayvanları ve kuşları...

Büyük Reis, gökyüzündeki evine çekilir, hayvan milleti de yeryüzünün dört bir tarafına dağılır.

Macera da bundan sonra başlayacaktır.

Kunduz, Büyük Reis’e asi çıkacak ve okyanusun ortasına bırakılacaktır.

Hayvanların liderliğini alan kurt, kunduzu öldürecek, on iki parçaya ayıracaktır. Ciğerini götürdükleri “Temiz Su Irmağı” boylarına Nez Perçe kabilesi yerleşecektir. Kalbini dağlardan aşıracaklar, Methov kabilesi ortaya çıkacaktır.

Bir başka parçadan Spokana Kızılderilileri, bir başkasından Düzkafa Kızılderilileri doğacaktır. Kanından ise kan dökmeyi seven Kara Ayak kabilesi...

İnsanoğlu gözlerini yeryüzüne açacak, Chelaen gölüne gidecek ve suyun kıyısında yükselen bir kaya üzerindeki resimlerden yeryüzünde nasıl yaşayacağını öğrenecektir.

Derler ki, “O resimleri Gökteki Büyük Reis çizmişti. Kabileler kırmızı boya ile çizilmiş o resimlerden yaşamaları için gerekli olan pek çok bilgiyi öğrendiler. Yaradılış vaktinden taa beyaz adam gelene kadar resimler Chelan gölü kıyısındaki o kayanın üzerinde kaldı. Sonra beyaz adam silahı ve saygısızlığı ile birlikte geldi, o resimli kayayı gördü, nişan tahtası yaptı.”

Öte yanda Fırtına, “eski zaman”larda iri yarı bir adamdır.

Ağaçkakan, geyik kaburgasından yayı, böğürtlen dallarından okuyla savaşır.

Ördek uçmaktan korktuğu için yere düşmüş, bu yüzden de gagası yassı kalmıştır.

Balık, saksağanın sırtında uçarken düşmüş ve yanında taşıdığı okları bedenine battığı için “kılçık”lı hale gelmiştir.

Benekli Ayı, bir kabilede şamandır.

Ay, Güneş’in oğlan kardeşidir.

Navaho Kabilesi’nde de şöyle bir hikâye anlatılır:

Dünya yeni kurulduğu zaman, her kuşun rengârenk tüyleri vardır. Fakat bir kuş hiç de alımlı değildir. Fırtınanın Ruhu, bu duruma çok üzülür ve kuşa her boncuğu ayrı şarkı söyleyen bir gerdanlık verir.

Kuş, ırmak boyunca şarkılar söyler. Bunu duyan öteki kuşlar da söylemek ister ama, beceremezler.

Bunun üzerine “Boncuklarını bizimle paylaş” diye yalvarırlar.

Kuş da farkında olmadan bütün boncuklarını dağıtır.

Bunun üzerine keder içinde düşünceye dalar, bu kez de öteki kuşlar üzülür ve boncuklarından birer parçayı “kederli kuş”a verirler.

Kuş, bu parçalardan kendisine yeni bir gerdanlık yapar.

Artık rengârenk tüyleri yoktur ama, her kuşun sesinden birer parça söyleyebileceği yeni bir gerdanlığı vardır.

Ve adı da “Zalahani”, yani “her telden çalan” bülbül olarak kalacaktır.

“Muktedir”lere karşı olan her yaştan genç de aslında birer “zalahani”, yani bülbüldü.

Hiçbiri alımlı değil, bugün “Muktedir”in dediği gibi “Çapulcu”, dün “devrimci”, “karşıt görüşlü” idi.

Ve hepsi de bülbül gibi her anlayışın, çok sesliliğin, ortak yaşam biçiminin, özgürlüğün, hukukun, yani insanca yaşamanın timsali idiler.

Bu yüzden de bülbül misali gökyüzünde uçtular.

Ama her ülkenin “Beyaz Adam”ları vardı ve onlar havada uçanı da, suda yüzeni de, karada koşanı da vurmasını bilirlerdi.

Sivas’ta, Maraş’ta, Nurhak’ta, Kızıldere’de, Gezi olaylarında ve daha birçok yerde vurdular.

Hâlâ da vuruyorlar...