Türkçe’ye birçok kitabı çevrilen ve özellikle ‘Beyaz Zenciler’ romanıyla tanınan Norveçli yazar Ingvar Ambjørnsen, ‘İnsan Postuna Bürünmüş Köpek’ ile zorunluluktan beslenen sadakat ve bağımlılık arasındaki çizgiye odaklanarak edebiyatta köpek temasına farklı bir bakış açısı sunar: ‘‘Köpek efendi istemezdi, efendi köpeğin dünyasını yıkmasaydı eğer…’’

Bir kötücüllük romanı

UMUT YÜKSEL

1956 doğumlu Ingvar Ambjørnsen’in 26 yaşındayken yayımlanan kitabı ‘İnsan Postuna Bürünmüş Köpek’ yazarın ikinci romanı.

Yeraltının ve yerüstünün karışarak yeryüzünün bir görüntüsü haline geldiği, soğuk bir boşluğun ve çetin bir yozlaşmanın hüküm sürdüğü kentlere uğrayarak ilerleyen bir anlatı. Yazar bu anlatıda yaşadığı kente, topluma ve en nihayetinde kendine yabancılaşan ve ‘köpeksi’ bir biçimde başkalaşan karakterlerini rahatsız edici dilinin önüne katar ve sürükler. Sürüklenilen yer bir yandan ahlakî değer ölçülerinin erozyona uğradığı, diğer yandan ‘‘evet der gibi hayır diyen’’ samimiyetsiz yüzlerin çevrelediği bir yerdir.

Mezbahalardan sızan kanların içinde ve halisünasyonların gölgesinde Hiroşima ve Vietnam Savaşı’nın yıkımına dair çağrışımlar içerir. Sevgi ve nefret zıtlık içinde birlikte varolur. Ancak ortak bir sevgi üretilemediği gibi ortak bir acı da hissedilemez. Bu yüzden sevgisizlik kadar acı da büyür. Anlatının kalbindeki Saron karakterinin gözüyle: ‘‘En büyük acı, başkaları ile paylaşmaya cesaret edemediğin acıdır.’’ Roman boyunca Saron’un ağzından bir yabancılaşma hali olarak beliren köpeğe dönüşmesini ve avlarını takip edişini, aklımızda insan olmanın ne demek olduğunu sorgulayarak okuruz.

DÖNÜŞÜM

Saron ile ilk kez Oslo’da, kaldığı yer olan Kristal Palas’ta karşılaşırız. Kristal Palas her ne kadar aristokrasi çağrışımlı bir isim olsa da aslında Saron için onu ‘gece ayazından koruyan kuytu bir köşe’ gibidir. Zaten ismini de çalıntı bir kristal avizeden alır. Saron’un yıkıcı davranışlarını izleyen biçimde duyuları ve hareketleri de ‘köpeksi’ bir hâl alır. Öyle ki, insan hayatı döneminde de ‘görerek, koklayarak, gezinerek’ var olur. Yazar bu eylemi hissettirmek adına kitabın geneline yayılmış keskin kokular tasvir eder. Diyalog sayısı azdır. Daha çok Saron’un monologları duyulur.

Ingvar Ambjørnsen’in bu romanında, daha sonra yazacağı Beyaz Zenciler (1986) romanında yer alan Erling Heafs karakterindeki gibi ‘beyaz’ olmanın reddine dair ya da Gece Gündüzü Düşlüyor (2012) romanındaki Sune Skogen karakterinde olduğu gibi ‘toplumdışı’ veya ‘yalnız’ olmaya dair açık bir seçim görmeyiz. ‘‘Ben yalnızlığı değil, yalnızlık beni seçti’’ der Saron. İnsanlarla arasına duvarlar ören, empati yoksunu bir karakter taşır. Yalnız başına veya diğer insanlarla ortak bir şeyler kurmayı beceremez. Kurduğu ilişkiler yıkıma ve aşağılamaya dayalıdır. Fakat yazar bu türdeki diğer kitaplarında yaptığı gibi burada da ‘ahlak dersi vermek’ gibi bir yükümlülüğün altına girmez. Buna karşın, yazılanları da özendirmez. Yalnızca anlatır. Metnin bir kurgu olduğunu düşünürsek, elbette ki bu da bir tavırdır.

ZORUNLU SADAKAT

Saron roman boyunca ‘İlse’yi aramaktadır. İlse, bir insandan ziyade farklı silüetler alabilen, bağımlılıktan, yıkımdan, ‘hayatın acımasızca tüketiminden’ beslenen bir görüntüdür. Birinci bölümde, Saron karakterinin içindeki ‘İlse’ye sesleniş çağrısını ilk kez adı konulmamış bir biçimde ergenliğe geçişle birlikte duymaya başladığını öğreniriz. Ergenlik, cinselliğin keşfiyle birlikte büyüleyici ama sert bir kırılmayı oluşturur: ‘‘Tatlı ürpertiler, tabiat ananın çağrı sinyalleri; tabiat ana herkesi, hayatı devam ettirmeye çağırır… İnsanın içindeki vahşi hayvan uyanır ve ergen hayatın laneti üzerimize uğrar.’’
Bu kırılmanın ardında İlse’nin peşine düşer. Romanın ikinci ve asıl bölümü burada başlar. Gezdiği kentlerdeki insanlar Beat şairlerinden Allen Ginsberg’ün ünlü punk grubu TheClash ile yaptığı Ghetto Defendant adlı ortak şarkı çalışmasının giriş sözleri gibidir: “Metropoliste aç bırakılmış, nekropolise kapılmış, metropolise bağımlı…” Ingvar Ambjørnsen’in hippi ile punk arası bir kuşağı temsil ettiği tanımlamasına bakacak olursak pek de yanlış bir benzetme yapmış olmayız.

ZITLIKLARIN BİRLİKTELİĞİ

Saron, İlse’yi ancak güzellik ve iğrençlik gibi ‘mutlak zıtlıkların birbirine karıştığı’ yer olarak tanımladığı Amsterdam’da, uyuşturucu bağımlısı Mita ile tanıştığında bulur. Saron başta yalnızca İlse’nin peşinde olduğunu söylese de Mita,İlse’ye ulaşmanın temel kaynağına dönüşür. Bunu Mita’nın Saron’u terk etmesinin ardından kentler boyu Mita’yı aramasında anlarız. Mita’nın uyuşturucu bağımlılığıyla iç içe geçmiş olan Saron’a karşı zorunlu sadakati, Saron’un İlse’ye olan bağımlılığıyla paralellik gösterir. İlse kemiğin içindeki ‘ilik’ gibidir.

Saron bir köpeğin dişlerinde kemiği kırıp kemiğin içindeki iliğe ulaşmasını hayranlıkla anlatır. O da karşısındaki insanın duygusal dünyasının kemiklerini kırıp içlerindeki ‘sahiciliği’, İlse’yi, ortaya çıkarmaya çalışır. Fakat diyalektik bir ilişkidir bu. İlse’ye ne kadar ulaşırsa, Mita’yı o kadar tüketir. Mita ne kadar tükenirse, İlse de o kadar yıkılır. Bu istismar ve sömürü ilişkisinin sonunda Saron da bu yıkımdan payına düşeni alır. ‘Krallığı’ son bulur, bir köpeğe dönüşür. Artık ‘efendi’ değildir. Kendi yarattığı gerçekliğe mahkûmdur.

Saron bir köpek yavrusuna değil, yaşlı bir Berlinli av köpeğine dönüşür. Bu durum ona hiç de şaşırtıcı gelmez. Ona göre ‘ateş almayı bekleyen fitiller’ ve ‘kalplerde yatan bombalar’ arasında yaşlanma da hızlanır. Ambjørnsen bu ifadelerle romanın yayınladığı dönemde -1982 senesi- devam eden Soğuk Savaş koşullarının ve sıcak çatışma ihtimalinin sıcaklığını koruduğu yılların insanlar üzerindeki etkisini sunar bizlere. Bugünlere de benzer hisler hâkim.
‘İnsan Postuna Bürünmüş Köpek’ rahatsız edici dilinin etrafı ‘zıtlıklarla’ çevrili bir roman.

Ama kitapta ‘kötücüllüğün’ karşısında net bir zıtlık bulamayız. Belki ‘insanı’ da ‘kötücüllüğün’ zıttında, kötücüllüğe rağmen aramak gerekiyordur.