Ulysses… Ona bu nefis ismi veren babası, Fidel’in komünizmi dosta düşmana duyururken yanına aldığı talihli partililer arasındaymış

Bir Küba hikâyesi: Ulysses’in gülüşü

> NERMİN YILDIRIM @nnerminyildirim

Onunla yıllar evvel Havana’nın denize çıkan sokaklarından birinde tanıştık. Yağmurların en azgın mevsimiydi. Aniden bastıran sağanaklar kenti foşur foşur yıkar; Malecon’dan yükselip sokaklara taşan dalgalar, şenliğe icabete koşardı. Şehrin sakinleri yüzlerinde fırtınasız bir tebessümle saçak altlarına sığınıp tütün sarmaya girişir, üç günlük dünyadan kâm almaya geldikleri bu acayip adada bir de yağmur romantizmi fotoğraflamaya heveslenen turistlerse dakikasına varmadan donlarına kadar ıslanıp hayata küsüverirdi.

Adanın romantizmi böyleydi. Dünyanınki de tabii. Bir fotoğraf karesine sıkıştırmak için yaşandığı vakit hiçbir halta benzemiyordu ama içten gelen tebessümlerin peşine düşüldüğünde cenneti gezegene indirebiliyordu.
Ulysses’le tam da böyle kuduruk bir yağmurun altında tanıştık işte. Adaya iner inmez ortak bir arkadaşımızdan aldığım telefonunu aramış, oradaki işlerimi halledebilmem için yardımını rica etmiştim. İkiletmedi. Yaptığına yardım demezdi ama birine yardım lazımsa bizzat yardımın kendisi olmak üzere yetiştirilmişti. Daha minik bir veletken, her şeyi bölüşerek çoğaltması tembihlenmişti ona. Öyle görmüştü büyüklerinden, öyle öğrenmişti.

Ulysses… Ona bu nefis ismi veren babası, Fidel’in komünizmi dosta düşmana duyururken yanına aldığı talihli partililer arasındaymış. Devrimden sonra da Che’nin kadrosunda çalışmış. Biz Che’yi asi ruhlu biliriz. Meğer muhteviyatında kaide tanımamak olduğunu sandığımız asi ruhun da kendine has kaideleri varmış. Mesela bakanlıktaki mesai saatlerine uymayıp geç teşrif edenleri cezalandırırmış Che, kurallara uyulacak! Ama kendi geç geldiğinde, aynı cezayı evvela kendine yazarmış. Belki de asi olmak en çok bu demek; isyanın kalbine evvela adaletsizliği koyabilmek.

Ulysses, adil ruhlu arkadaşım, o gün yağmura rağmen tam saatinde geldi buluşma yerine.

Benim geldiğim öte dünyada, hani caddelerin son model arabalarla, marketlerin obez raflarla, paketlerin renkli rafyalarla süslü olduğu o tıka basa kuyuda, herkesin kolunda bir saat tıklıyor, akrep ve yelkovan tık nefes olmuş koşturuyordu. Her şeyin bir zamanı vardı ama telaştan olacak, yine de herkes her yere geç kalıyordu. Saatinde varmayı becerenlerin de genellike ruhları bedenlerinden geride kalıyordu. Fakat Ulysses acelesiz adımlarla ve vaktinde gelmişti buluşmaya. Gelirken geçtiği caddelerde alışveriş panoları, marketlerde görkemli raflar, paketlerde kımı kımıl rafyalar yoktu. Hiçbirinin varlığını ve haliyle yokluğunu da duymadan yürümüş; ruhunu ardından sürüklememiş, tutup yanında getirmişti.

Pırıltılı bir esmerliğin çiçeklendiği güzel yüzüne baktım. Şeffaf olan yüzü mü yoksa ruhu mu anlayamadım ama orada ruhunu gördüğümü sandım.

Uzatmadan sordum: “Şunları şunları bulmam, şunları şunları yapmam lazım, bana yardım eder misin?”
Ulysses gülümsedi. Sadece gülümsedi.

Çünkü yine daha ufacık bir veletken, vermenin de almak kadar ayıp olduğunu öğrenmişti. Sadece paylaşmak vardı onun müfredatında. Birine yardım bile sunulamazdı. Birlikte, yan yana yürünebilirdi olsa olsa.
O gün yan yana yürüdük biz Ulysses’le. Sonraki günlerde, haftalarda ve aylarda da öyle.
Bu yürüyüşler benim için, kainatı kendi gezegeninden ibaret sanan şaşkın bir uzaylının ayak bastığı yeni gezegeni anlama çabası gibiydi başlangıçta.

Çünkü sahipliği arzın merkezine koymuş bir dünyanın çürük mahsulüyseniz, tıka basa dolu rafların, ışıltılı rafyaların yokluğunu yoksulluk addedebilirsiniz. Mutsuzluğun obeziteye tahvil edildiği kusmuk dolu bir mideden gelmişseniz, doyacak kadar yemeyi açlıkla bir tutabilirsiniz. Hayatın anlamları hayattan beklediklerinizle paraleldir. İçiniz kofsa, anlam ararken kendi hiçliğinizde kaybolabilirsiniz. O vakit, açıp kalbinizin atlasına bakmanız gerekir. Kafanız karışabilir ama kalbiniz asla; her şeyin doğrusu orada çizilmiştir.

O adada, aradığım cevapların bazısına kalbimin yarasından bazısına Ulysses’in yüzünün aynasından baktım. Ben sorardım, o gülümserdi. Anlamların cümlesini tebessümünün patikasına gizlerdi. Gözlerinden de elbet cevaplar geçerdi ama bakışını başkaları anlattı çoktan, ben gülüşünü anlatacağım şimdi.

“Ulysses, yani herkesin alabilmesi çok güzel ama, bu karneyle verilen et mesela, ay boyu yetiyor mu sahiden, ha?”
Gülümserdi. Ömrümün takvimi oracıkta okunmuş gibi gülümserdi. Sonra günler geçerdi. Doktorların ve çiftçilerin, ev kadınlarının ve öğrencilerin aynı eti yediğini; çocukların süt, yetişkinlerin rom ile neşelendiğini; yaşlıların yine karneye atılan bir çentik karşılığı aldıkları tütünü sararken yüzlerinde tebessüm filizlendiren bir maziye dalıp gittiğini görürdüm. O zaman yetmek fiilini köküne ayırır, geldiğim sefil dünyada şayet paran varsa dilediğin kadar alabileceğin, yoksa ancak vitrinden bakabileceğin tekmil zıkkımın kimlere yetip kimlere yetmediğini düşünürdüm.

“Ulysses, kafanıza göre adadan çıkmanıza izin yok ya, söylesene, canın sıkılmıyor mu buna?”

Başka türlü gülümserdi bu defa. Denizin öte yanına bakar gibi gülümserdi. Karşı kıyıdan yükselen ambargoyu hatırlardım böylece. Sonra medeniyetten çatlayan memleketlerin birbirine çizdiği sınırları, koyduğu vizeleri… Savaştan, açlıktan kaçan, bir ev bulma umuduyla meçhule yol alan yolcularıyla Akdeniz’de batan mülteci gemilerini… Sorumdan utanırdım, gezegenin kalanı daha özgürmüş gibi…

“Ulysses... Ben mi daha sersemim, geldiğim dünya mı yoksa?”

Bu defa daha da başka türlü gülümserdi, sanki sonsuz ve dalgalı bir deniz. Bazı tebessümler en çok merhamet ihtiva eder, bilirsiniz.

Zamanla sorularım değişti, ben de değiştim. Ulysses’in gülüşünün manasını çözebilmek için yumurta, et ve ekmek kuyruklarına girmem, herkesin ama herkesin aynı kuyrukta aynı şey için beklediğini görmem, yokluğun da varlık gibi paylaşılabildiğini bizzat tecrübe etmem gerekti. Hayret duymam, anlamaya çalışmam, kâh üzülmem, kâh sevinmem icap etti. Ben bir duygudan öbürüne koşarken Ulysses sadece yüzüme bakıp gülümseyecekti.
En nihayet adadan ayrılırken gözlerimin olanca ışığını yakıp ona baktım ve bir sırrın yere düşerken çıkardığı sesle ben de gülümsemeye çalıştım. Sanırım anladı ne demek istediğimi.

“Ulysses, bütün hassas terazilerden adildir senin gülüşün. Cümle lügatten anlamlı. Tekmil kılavuzdan doğrudur gülüşünün imlası.

Doğduğum ve büyüyemediğim şehirlerden, sadece seninki gibi bir tebessüm istiyorum şimdi ben. Adilce paylaşabileceğim bereketli bir tebessüm. İnsan başka ne bekler ki şu üç günlük misafirlikten? Tanıdım, gördüm ve biliyorum sayende. Bu yüzden ışıklı panolar uğruna vazgeçemem artık, bir tebessümü bölüşebilmenin saadetinden.”
Sonra beni başka bir dünyaya götürecek olan uçağa bindim. Tombul bulutların arasında kaybolurken, yanımda oturan yabancının yüzüne baktım gülümseyerek ve şöyle dedim:

Dünyanın bütün tebessümleri birleşse keşke; hemen, şimdi ve hasta siempre!”
Anlamadı tabii. Ama dert değil. Benim gibi, herkes gibi, o da bir gün anlayacak elbette
.