Nasipse Adayız, bir yandan insanı acı acı güldürürken, bir yandan da iyice rahatsız ediyor. Ana karakterin iktidar hırsı ile yavaş yavaş zehirlendiğini düşündüğümüz yerlerde bazen biz de kasılıp kalıyoruz

Bir küçük siyaset hikâyesi: Nasipse Adayız

Haldun Taner’in 1962’de yazdığı Keşanlı Ali Destanı bir söylentinin etrafına örülmüş ve tamamen ters yüz edilmiş bir kahramanlık hikayesidir. Bir gecekondu mahallesi olan Sineklidağ’ın kişilerinden Keşanlı Ali, bir yanlış anlama yüzünden birden kendini namlı bir kabadayı olarak bulur ve “kondulular” tarafından üzerine giydirilen bu kılığın hakkını verebilmek için gerçekten bir kahraman olmak ister. Sonunda, etrafındakilerin pohpohlamasıyla kendisi de bu yalana inanmaya başlar ve yaklaşan muhtarlık seçimlerinde aday olmaya karar verir.

Türkiye’de siyasi sistemi ve geçmişte yapılan genel seçimlerin eğlenceli bir parodisini de sunan Keşanlı Ali’nin hikayesi, gülünç olduğu kadar dokunaklıdır. Sıradan bir adamın basit bir yanlış anlama yüzünden bir kahraman haline gelişini ve yavaş yavaş bu kimlik tarafından ele geçirilişini anlatır. Onu ele geçiren sadece bu kimlik değil, kendi çıkarları için bir “lider” bulma ihtiyacı içinde olan mahallelidir de aynı zamanda. Artık bir şefleri olacaktır. Hiçbir şeyi kendileri halletmek zorunda kalmayacaklardır. Şefe söyleyecekler ve sonra kafaları rahat bir şekilde yan gelip yatacaklardır. Onu yücelttikleri ve kahramanlaştırdıkları ölçüde kendi hayatlarını da garantiye almış olacaklardır. Çok iyi hikayedir Keşanlı Ali. Bu çift taraflı hayali çok güzel anlatır.

Geçenlerde okuduğum, bir tesadüf eseri siyasete girmek telaşına düşen Doktor Kemal’in hikayesini anlatan Nasipse Adayız (İletişim “novella” demiş) en azından başlangıcı açısından bana Keşanlı Ali’yi hatırlattı. Nasipse Adayız, Ercan Kesal’ın artık aşina olduğumuz akıcı üslubu ve samimi diliyle yazılmış çok eğlenceli bir kitap. Memlekette siyasetin çarklarının nasıl işlediğini anlamak için de ayrıca bulunmaz bir kaynak. Aslında çok basit bir olay örgüsü var: Bir radyo programı sonrasında isminin belediye başkanı adaylığı için geçtiğini öğrenen Doktor Kemal, sonunda bu fikre ısınıyor ve siyasete atılmaya karar veriyor. Başında olayların tam olarak farkına varamazken, işin içine girince yavaş yavaş hırslanıyor ve artık istese de kurtulamadığı bir döngünün parçası haline geliyor. Doktorla birlikte biz de onun düştüğü girdabın içinde debeleniyoruz. Kimi zaman acıklı, çoğu kez de komik bir hikaye bu.

Karakterin deneyimsizliği ile sistemin çürümüşlüğü arasındaki zıtlık bir yandan durum komedisini anımsatan gülünç sahnelere neden olurken, bir taraftan da iktidar sevdasının ne kadar acıklı neticeleri olabileceğinin kanıtı haline geliyor. Küçük hesapçılar, yağdanlıklar, düşmüş bakanlar, anketçiler, her dönem seçime girmeye kalkıp aday adaylığından öteye gidemeyen mahalle eşrafı ve hemşeriler hemşeriler hemşeriler… Doktor, daha başına ne geldiğini bile anlayamadan, sünnet düğünlerinden dernek yemeklerine, radyo programlarından mahalle toplantılarına sürüklenip duruyor. Halkla ilişkiler uzmanının “Çare Doktor!” sloganından tutun da, seçim ofisine konan deri koltuklara ve kapıda biriken maruzatçılara kadar her tarafı önceden belirlenmiş bir hayat bu. Burada pek sürprize yer yok. Aynı takım elbiseler giyilecek, aynı beyaz gömleklerin üzerine aynı çizgili kravatlar bağlanacak. Evli olunursa ve afişlere çocuklu falan resimler konursa daha iyi. Partilerin adayları bile birbirlerine benziyor sanki: “Ortalık bayraktan, pankarttan geçilmiyor. Dört bir yanımız bıyıklı, bıyıksız, elleri göğüslerinde kavuşturulmuş, gülümseyen, iri kafalı erkek fotoğraflarıyla dolu.”

Ercan Kesal, gerek oyuncu gerekse yazar olarak, şimdiye kadar defalarca sergilediği gözlem gücünü ve mizah duygusunu bu kitapta da bol keseden kullanmış. Mahalle aralarında iş saatinin gelmesini bekleyen fason atölye işçilerini, karanlık işler çeviren taksi şoförlerini, meslek lisesinden mezun ama gözü yukarılarda muhasebecileri, berberleri, kaportacıları, kısacası sokaktaki insanı çok iyi tanıyor, Kesal. Onların gündelik trajedilerinin farkında olduğu gibi hayatın komik yanlarını da gören keskin bir gözü var. Doktor Kemal’in diğer “aday adayları” ile rekabetini anlatırken, fırsat bu fırsat deyip ondan bir şeyler koparmak için kapısına dizilenleri tarif ederken ve en çok da Ankara’nın kodamanları arasında görünür olmaya çalıştığı sahneleri yazarken belli ki çok eğlenmiş. Bunların hepsini Doktor Kemal’in ağzından ve biraz bıyık altından gülerek naklediyor bize. Bu ince istihzanın bir nedeni var: Kahramanını toyluğu ve iş bilmezliği nedeniyle diğerlerinden ayrı tutsa da, çuvaldızı arada bir ona da batırmaktan kaçınmıyor. Kitabın en eğlenceli sahneleri de, Kesal’ın kendi karakterinin zaaflarıyla dalga geçtiği yerlerden çıkıyor aslında. Bütün adayların toplanıp İstanbul havaalanındaki VIP salonunda “Bir Numara” dedikleri parti başkanını karşılamak üzere bekledikleri sahne de bunlardan biri:

“Düğmeleri ilikledik, göbekleri çektik ve yan yana hizalandık. Herkes en öne doğru ve daha görünür bir yerden Bir Numara’yı karşılama telaşında. Bu arada, birbirimizi edep dairesinde, iteklemeye ve sıkıştırarak sıranın arkasına doğru püskürtmeye çalışıyoruz. İki şeyin çok önemli olduğunu hemen anlamıştım: Birincisi, siperi tahkim ederek yeni mevzie doğru hareketleneceksin; ikincisi, ilerleme şansın yoksa, en azından bulunduğun yeri koruyacak, en azından mevzii terk etmeyeceksin.”

Fakat böyle deyince, kitabı yalnızca komik bir roman olarak okumaktan yana olduğum düşünülmesin. Nasipse Adayız, bir yandan insanı acı acı güldürürken, bir yandan da iyice rahatsız ediyor. Ana karakterin iktidar hırsı ile yavaş yavaş zehirlendiğini düşündüğümüz yerlerde bazen biz de kasılıp kalıyoruz. Kapıldığımız rahatsızlık hissi roman ilerledikçe mide kramplarına dönüşüyor. Doktor Kemal ile birlikte biz de davetten davete koştuğumuz için, sürekli yiyip içen bir güruhun arasında dolaşıp duruyoruz zaten. Aday olmak için yemek kadar “yedirmek” de gerekiyor belli ki. Lahmacunlar, pideler, pirzolalar roman boyunca gırla gidiyor. Kapalı odalarda toplantı bahanesiyle içilen viskiler, düğünlerde parti toplantılarında gani gani tüketilen ucuz mezeler, her zaman gidilen lokantada yenen çalı fasulye, peynir, acılı ezme, sigara böreği, tavuk şnitzel… Yenenler içilenler bitmek bilmiyor bir türlü. Romanın sonuna doğru gelince, mide bulantısı iyice yükseliyor. Doktor Kemal ile birlikte biz de alnımızı banyonun serin fayanslarına dayayıp midemizi boşaltmak istiyoruz. Siyasetin bütün pisliği ve arsızlığı yemeklerde cisimleşmiş gibi sanki. Onları bünyemizden çıkarıp rahatlamak ve her şeyden uzaklaşıp temiz bir başlangıç yapmak istiyoruz.

Neyse ki kitabın sonunda Ercan Kesal bu umudu da ucundan gösteriyor bize. Ama o kadarını da ben anlatmayayım artık. Siz alıp okuyun. Pişman olmayacaksınız.