Haklı olarak soracak okur, hiç mi küçülme olmayacak? Kapitalizm aşıldıktan sonra, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti sonrası hiç mi bir şey değişmeyecek?

Bir “küçülme” eleştirisi
\Tek sürdürülebilir büyüme küçülmedir.\ (Fotoğraf: Local Futures)

Mahir Ulutaş

Kapitalizmin dünya üzerindeki insan yaşamını ve karmaşık bir sistem olan biyosferin yaşamsal döngülerini tehdit eder bir noktaya geldiği bir döneme girdiğimiz, birbiri ardına gelen doğal ve çevresel felaketlerle iyiden iyiye açığa çıkmış durumda. Var olması ancak büyümekle gerçekleşen, kâr arayışının diğer tüm amaçların üstünde olan kapitalizmin, doğanın kendini yeniden üretme yeteneğini dikkate almasının, yaşayan organizmaların kendi içinde ve organizmalarla suyun, toprağın ve havanın fiziksel yönleri arasında sürüp giden etkileşimler ve alışverişler döngüsünü hesaba katan metabolik bütünlüğü korumasının mümkün olmadığı bir kere daha tüm berraklığı ile açığa çıkıyor.


Dünya sistemi bilimi alanında öncü bilim insanlarınca her biri gezegen üzerindeki yaşam için ciddi tehdit oluşturan ve dahası birbirini de tetikleme potansiyeli taşıyan 9 adet “gezegensel sınır” belirlenmiş durumda: İklim değişikliği , Toprak kullanımında değişiklikler, Okyanus asitlenmesi , Biyoçeşitliliğin azalması, Ozon eksilmesi , Atmosferik aeorosol yüklemesi, Azot ve fosfor döngüleri , Kimyasal kirlilik, Küresel tatlı su kullanımı. Artık doğaya verilen zarar, doğanın dengesini altüst etmiş ve gezegeni yeni bir jeolojik çağa, Antroposen çağına taşımış durumda. İnsanlığın varoluşunu kökten sarsma eğilimi taşıyan bu tehlikeli durumun nedeni açıkça kapitalizm.

Bütün bu yaşamsal riskler, doğal olarak ekososyalist alternatifleri de sistem muhalifi çevrelerin ve bu arada ekolojik hareketlerin de gündemine taşımış durumda. Bu çevreler içerisinde gün geçtikçe popülerliği artan tezlerden biri de “küçülme”.

Kapitalizmin “büyümek için büyüme” zorunluluğunun düşman ikizi olan bu tez, temelde yeryüzündeki yaşamın devamı için “küçülme”nin bir zorunluluk olduğunu iddia eden ve pek çok versiyonu olan bir tür şemsiye-kavram olarak işlev görüyor.

Dolayısıyla her şeyden önce küçülme derken neyin dendiği açık değil; bir yandan ucu eko-faşizme varan yeni-Malthusçu tezler var. Bilindiği üzere nüfusun geometrik, tarımsal üretimin ise aritmetik olarak arttığını iddia eden ve insan toplumu ile doğa arasında bir temel çelişki olduğunu varsayan bu kuram, açlığı, sefaleti, savaşları, soykırımları vs. ihtiyaçlar ve kaynaklar arasındaki dengesizliğin regülasyonu olarak görür. Yani küçülmenin bu versiyonunda küçülmesi gereken “nüfus”tur; daha açık ifadesiyle önerilen yoksul halkın kırımıdır.

Diğer bir grup küçülme tezlerini ise düşük teknolojili, emek yoğun bir sanayiyi vazeden romantik, ütopik, anarşizan bir sosyalizm tasavvuru oluşturuyor. Bunlara göre teknoloji, Marx’ın teknoloji kavramsallaştırmasında olduğu üzere insanın doğayla etkin ilişkisi, yaşamını sürdürmek için başvurduğu üretim süreci, toplumsal ilişkilerin oluşum biçimi ve bu ilişkilerden doğan zihinsel kavrayışlarıyla içsel olarak ilişkilendirilebilen karmaşık bir bütün değil, başlı başına kontrolden çıkmış bağımsız bir değişken. Teknolojik determinizmin bir versiyonu olan bu düşüncenin Marksizmi de kapitalizm gibi “endüstriyelizmin” bir versiyonu olarak gördüğünü ve kapitalizm-öncesi zanaat toplumunun gönüllü-romantik bir varyantını önerdiğini anlamak zor değil. Marx ve Marksizm tarafından defalarca aşılmış bu tezlerin temel noktasını, Marx’ın “üretici güçler” kavramının temelden bir yanlış anlaşılması oluşturuyor. Marx için üretici güçlerin gelişmesi, sınırsız bir üretim ve tüketimi değil; emeğin, bilginin ve üretimin artan toplumsallaşmasını ve bu toplumsallaşmanın doğal bir sonucu olarak da insanın insanla ve insanın doğayla ilişkisinin daha üst düzeyde yeniden kurulmasının zorunlu bir aşaması olarak kapitalist üretim formunun aşılmasını ifade eder. Onun dehasının en somut ürünlerinden ve sosyalizmi ütopik olmaktan bilimsel olmaya dönüştüren en temel tezlerinden birini, toplumsallaşma düzeyi düşük emek yoğun sanayilere dayalı üretimin emeğin özgürleşmesinin önünde aşılmaz bir engel olduğu gerçeği oluşturmaktadır.

Tüm versiyonlarıyla küçülme tezlerini ütopik hale getiren bir diğer noktayı ise içinde yaşadığımız emperyalist-kapitalist sistemin gerçekleri konusunda takınmış oldukları muazzam körlük oluşturuyor. Afrika’da, Latin Amerika’da, Asya’nın yoksul ülkelerinde bir milyarın üzerinde insan, küreselleşmiş üretimin ihtiyaç duymayacağı şekilde günübirlik ve marjinal işlerde çalışmaktayken ve temiz su ve gıdaya erişemez durumdayken, dünya nüfusunun yarısından fazlası için savaş, göç, açlık ve yoksulluk gerçek ve yakın bir tehdide dönüşmüşken, 3’üncü dünyaya karşı büyük bir vahşetle uygulanan neoliberal ekonomik programın sonucu olarak temel altyapı hizmetleri halihazırda “küçülmüşken”, alternatif bir uygarlık tasavvuru küçülme kavramı üzerinden inşa edilemez hiç kuşkusuz. Halkların emperyalist bağımlılık zincirinden kurtuluşunu esas alan gerçekçi bir sosyalist planlamanın öncelikleri ve zorunlulukları bambaşka parametreler etrafında oluşturulmak zorundadır.

“Peki”, diye haklı olarak soracak okur, “hiç mi küçülme olmayacak? Kapitalizm aşıldıktan sonra, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti sonrası hiç mi bir şey değişmeyecek?” Tabii ki, yeni bir uygarlık tasavvuru, gerçek toplumsal ihtiyaçlar açısından bakıldığında gereksiz ve hatta zararlı olduğu açık olan, reklamcılık, silah sanayii, nükleer santrallar, fosil yakıtlar, tek kullanımlık ürünler, lüks tüketim ürünleri vb. sektörlerin tedricen küçülmesini veya toptan imhasını gerektirecek; tabii ki, kent-kır çelişkisi zaman içerisinde giderilecek, büyük lojistik akışlarına ihtiyaç duyan nüfus ve kentleşme politikaları terk edilecek; tabii ki, endüstriyel tarım ve hayvancılığın insan ve vahşi hayvan popülasyonları arasındaki doğal bariyerleri yok eden yıkımı ortadan kaldırılacak; tabii ki toplu taşıma ve ortak yaşam alanlarını çoğaltan bir kent ve ulaşım planlaması yapılacak; ama açıkça söylemek gerekir ki bunlar “küçülme” değildir, eko-sosyalist planlamadır.

Dahası tüm bunları mümkün kılacak olanın üretimin artan toplumsallaşması olduğunu ve Marksizmin klasik tezlerinden olan “kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önündeki ana engel olduğu” gerçeğini de bir an olsun akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bugün biliyoruz ki, otomasyon ve yapay zekâ uygulamalarının üretimde yoğunluklu olarak kullanılmaya başlanmasıyla küreselleşmiş üretim, canlı emeğe daha az ihtiyaç duymakta ancak diğer yandan artı-değerin tek kaynağı olan canlı emeğin üretim sürecinden çıkması kapitalizm için ölüm demek. Yani geleceğin toplumu üretici güçleri sınırlamak, küçülmek, moral olarak sınırlanmış bir tür zanaatkâr toplumu olmak bir yana; bilimin kümülatif birikiminin gelmiş olduğu düzeyde mümkün olanı, kapitalizmin dizginlediği büyük potansiyeli açığa çıkaracak bir yapıyı bünyesinde taşıyacak bir toplum olacaktır. Eko-sosyalistler için yapılması gereken üretici güçlerin ahlaken sınırlanmasını vazeden bir ütopyacılık tezi olan “küçülme”yi savunmak değil, “üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi” ortadan kaldıracak gerçek bir devrimci süreci örmektir. Emeğin özgürleşmesinin, karmaşık bir sistem olan biyosferin yaşamsal döngülerini daha iyi anlayacak bir bilimsel devrimin gerçekleşmesinin ve sonuç olarak insan ile doğa arasında yeni bir bütünlük kurulmasının yegâne yolu da budur.