Zamanın ve anıların duvarda çakılı bir saat gibi asılı kalmasını istiyorsanız, bazen hayallerle flört etmeniz gerekebilir

Bir mahalle hikâyesi

SERKAN FIRTINA / serkanfirtina35@gmail.com

Bizim mahallede Mory Kante Müzeyyen lakaplı bir teyzemiz vardı. Çocuk dünyamızın gargameli gibiydi rahmetli. O hep kötüydü, ve çocukları sevmezdi. Bizi bir eline geçirse bacaklarımızı kırabilirdi... Hepsi çocuk dünyamızın hayal dünyasının bir parçalarıydı. Sokakta çıkardığımız onca gürültüden kafası şişen ve bizi sürekli okulun bahçesine göndermek isteyen Eda Teyze ile beraber Mory Kante Müzeyyen aslında sadece yaşlıydı. Yaşlılığın yalnızlığında sade ve huzurlu bir hayat istiyorlardı hepsi bu...(bu lakabı ona kim buldu hala merak ediyorum. Müzisyen olan Mory Kante Müzeyyen ismiyle o kadar uyumlu ki…) Çocuklar büyüdü. Artık mahallede top oynayan çocuklar kalmadı, her yer araba doldu. Mory Kante Müzeyyen ve Eda Teyze gökyüzünde huzur içinde seyahat ediyorlar buna eminim...

Zamanın ve anıların duvarda çakılı bir saat gibi asılı kalmasını istiyorsanız, bazen hayallerle flört etmeniz gerekebilir.

Mory Kante Müzeyyen ile mahallenin çoğu anlaşamazdı. Onun evinin önüne park eden arabanın üstüne su dökülmesi olağan bir durumdu. Gürültüden sürekli şikâyetçi olan teyzemiz kendine sürekli sinir olacak şeyler arardı. Onu kimi zaman evinin yanındaki odun kömür deposu sahibiyle veya sokakta geçen bir seyyar satıcıyla tartışıyor görebilirdiniz. Ya da bizim peşimizden malenlin çocuklarını kovalarken… Bir gün yine korkuyla anneanneme sığınmıştım. Heyecanlı heyecanlı Mory Kante’yi şikayet ediyordum. Anneanneme göre suçlu yine ben ve yaramaz arkadaşlarımdı. “yaşlı başlı kadını kızdırıyorsunuz günah oğlum” diye söylenmiş durmuştu.

Mory Kante’nin iki yan ev komuşusu, biz çocukların diğer bir kâbusu Eda Teyze’ydi. Çok zayıf, hatta bu bir deri bir kemik halinden dolayı camdan yapılmış olduğunu sandığımız teyzemiz, yaşlılığına bağlı sinir katsayısı yüksek bir yapıya sahipti. Onun kapısının önünden başlayan maç sahamız Mory Kante’nin evinin girişinde sona ererdi. Yani çöp tenekelerinden yapılan kalelerimizin biri Mory Kante’nin saldırısına diğeri ise Eda Teyze’nin baskılarına uğrardı. En çok kullandıkları laflardan birisi “gidin okulun bahçesinde oynayın topunuzu…” olurdu. Okulun bahçesinde birçok mahallenin maç yaptığını düşünürsek bize ayda bir defa ancak sıra gelirdi. Ede Teyze ayakkabı boyacısı olan oğlu Ahmet ile beraber yaşardı. Ahmet abi bize pek kızmaz, her gördüğü yerde muhabbet ederdi. Sadri Alışık filmlerinden fırlamış olan abimizin biz mahalle çocukları için hep özel bir yeri vardı. Eda Teyze’nin evinde büyük bir bahçe vardı. Çocukların hayal güçlerinin en kral korku filmlerine taş çıkaran bir zihinsel kapasitesi olduğu düşünüldüğünde bu bahçe ve ev hakkında ürettiğimiz kurguların ne kadar fantastik olduğu konusunda şüphe duyacağınızı sanmıyorum.

Mahallemizin nevi şahsına münhasırlığı ona takılan isimlendirmeden ileri gelen bir başka ismi de Hala’ydı. Tüm mahalleli ona Hala diye hitap ederdi. Çocuk dünyamızda anlayamadığımız bir durumdu bu. O yaşta ki bir kadına teyze demek varken neden herkes Hala diyordu ki. Bir türlü öğrenemedim. Zaten önemli olan da bu değildiydi. Sokağımızı ve semtimizi şenlik havası haline getiren karakterlerden sadece biriydi o da. Anneannemin balkonuyla Hala’nın balkonu arasındaki mesafe bir öksürük sesi uzaklığındaydı. Latin Amerika sokaklarına benzeyen semtimizin hemen hemen tüm yapıları böyleydi. Şimdilerde kentsel dönüşüm denilen zımbırtı sadece biçimleri değil duyguları da siliyormuş meğerse... Çocuk dünyamızın sinema filmlerine olan yatay geçişleri gibiydi Hala’da. Neriman Köksal’a benziyordu. Kocası piyangocu amcamızı ise Hulisi Kentmen ve türevlerini andırıyordu. Kim demiş Yeşilçam filmleri hayal ürünü yaşamların yansımalarıdır diye… Bildiğin zaman da öyle akıyordu mahallede… Yoksulluk ve yoksunluklarının ekonomik ve toplumsal nedenlerinin politik bilincine hiçbir zaman ulaşamayan (ulaştırılamayan) insanlara yaşanabilir tek kurgu Yeşilçam estetiği oluyordu. Hala’nın komşusu Baliç ailesi’ydi. Küçük Baliç’lerle Hala’nın kapısı ne zaman açılsa biraz ürperir ve garip bir heyecan yaşardık. Ama bu korku tabi ki Mory Kante Müzeyyen’den korktuğumuz gibi bir korku değildi. Çocuğu yoktu onun ara sıra uğrayan birkaç akrabası dışında da hiç kimsesi yoktu. Piyangocu amcamız (piyangocu amcamız diyorum çünkü İzmir Altındağ’da geçen mahalle hikâyelerinde ki birçok karakterin ismi gerçekte de yoktu. Ya isimler önemsizdi ya da sadece bir “isim” tanımlamasını aşan başka bir şeylere sahiplerdi… Ama hepsi çok kıyak ve güzel insanlardı.) Evet, piyangocu amcamız hakkın rahmetine kavuştuktan sonra Hala epey bir zaman yalnız yaşadı. Dünyanın en boktan şeyinin yalnızlık olduğunu saptamak için anket çalışması yapmanıza gerek yoktur. Ama yalnızlık ve ölüm bizim mahallede unutturulan bir büyü taşırdı. Herkesin birbirine yaptığı böreği çöreği gönderip durduğu bir mahalleydi. Bu trafik yüzünden sokakta oyunlarımız sürekli aksardı. “Serkan hadi Hala’ya şu pişiyi ver gel.” Tam onu alıp maça kaldığımız yerden devam ederken bu sefer Kadir abi’nin annesi çıkardı balkona. “Hey çocuklar şu böreği Solmaz ablanlara verin gelin.” Böyle bir yerde yalnızlığın tarifi de yeniden yazılmalıydı. Modernist yalnızlıkların henüz uğramadığı, sanki yeryüzünün kötülüklerden yalıtılmış bir köyü gibiydi semtimiz ve şirin mahallesi. Hala, uzun yıllar bu yalnızlığa dayandı ama son yılları nasıl geçti bilmiyorum.

Çocuklar büyümüş ve mahallerini terk etmişlerdi. Büyüyen ufaklıklardan biri tekrar mahallesine geldiğinde bir ölümün yaşandığını sokağın atmosferinden hemen anlamıştı. Hala, hayatını kaybetmişti. Hani o gazetelerde haber olan “H…… cesedi öldükten sonra kokmasından dolayı mahalle halkı tarafından polise haber verilmesi sonucundan eve girip kapının kırılmasıyla ulaşılan…”cümleler gibi. İşte böyle bir sondu. Ölümün şekli elbet trajikti ama en trajik olanı kapıyı kırıp içeri giren bir kişinin evdeki ziynet eşyalarını çalmasıydı. Kötülerde bazen mahallerin içine sızabilirler… Ama hayata gözlerini yumduğunda Hala, gökyüzünde Eda Teyze ve Mory Kante Müzeyyen ile çoktan buluşmuş ve gökyüzü seyahatlerine eşlik etmeye bile başlamıştı. Evde bulunan sadece bir bedendi. Ruhlar özgürdür…