Yaşadığımız günlerde, şairlerin dizelerine sığınmak hiçbirimize bir çözüm getirmiyor elbette. Ama, o dizelerde direnmenin güzelliğini de suskunluğun rezaletini de bulabilir, güç ve moral kazanabiliriz.

Bir mısra daha…

Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek / İki adım daha atıyoruz bizi tutuyorlar /Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar / Zaten bizi her gün sabahtan akşama kurşuna diziyorlar / Bütün kara parçalarında / Afrika dahil” diyen Cemal Süreya’nın ölüm yıldönümü bugün. Yalnızca onun değil, bir başka büyük yazarın, Halide Edip Adıvar’ın ve devrimci tiyatromuzun usta yönetmeni, oyun yazarı, çevirmen arkadaşım Yılmaz Onay’ın da ölüm yıldönümü. Hepsi de, ‘bir mısra daha’ söylemekten geri durmamış sanatçılar…

Yarın, şair-yazar Necati Cumalı’yı anacağız. 11 Ocak ise, şairliği, yazarlığı kadar film eleştirileri ile de toplumumuza ışık tutan arkadaşım Onat Kutlar’ın ölüm yıldönümü. 30 Aralık 1994’te bir terör saldırısında ağır yaralanan Onat’ı günler süren bir yoğun bakım sürecinin ardından yitirmiştik. Şili darbesinin ardından İstanbul’da Spor Sergi Sarayı’ndaki söylevini unutamam: “Pinochet ve öteki köpekler” diye başlayan söylevi… Geçen yıl 12 Ocak’ta, bir başka dost daha ayrıldı aramızdan: Nâzım Hikmet üstüne yazdığı kitaplarla, ‘Eski Tüfeklerin Sonbaharı’ ile tanınan değerli araştırmacı yazar Emin Karaca… 13 Ocak, şair, yazar ve ressam Sabahattin Eyüboğlu’nun, 14 Ocak ‘milli şair’ Mehmet Emin Yurdakul’un ölüm yıldönümü. Hafta içinde, iki sanatçımızın doğum günü var: 12 Ocak’ta Leyla Erbil’in, 15 Ocak’ta Nâzım Hikmet’in… Ne demişti Leyla Erbil, ‘Tuhaf Bir Erkek’te: “Sanki anlatmasam / bir şeyler eksik kalacak / esirgemiş olacağım hakikati sizlerden”…

Yazarların yanı sıra, farklı sanat disiplinlerinden sanatçılarımızı da anacağız bu hafta; ressam Nurullah Berk’i, karikatürist Şadi Dinçağ’ı, caz müziğimizin ustalarından Erol Pekcan’ı, besteci Onno Tunç’u, ses sanatçısı Safiye Ayla’yı, arkeolog Halet Çambel’i, ressam Burhan Doğançay’ı, tiyatro ve sinema oyuncusu Lale Oraloğlu’nu… Bir ‘obituary’ (ölüm yazısı) yazmak değil amacım, ama genç kuşakların bu isimlerin bir bölümünün yaşamış olduğundan bile haberi olmaması içimi acıtıyor…

AKM’DEN EMNİYET’E

Bugünlerde yaşasalardı ne yaparlardı diye düşünmekten kendimi alamadığım bu sanatçıların çoğunluğu ‘bir mısra daha söylemenin’ erdemini hatırlatırdı bize hiç kuşkum yok. Suskun kalmak, ‘fıtrat’larında yoktu çünkü… Nasıl suskun kalabilirlerdi, bir sanat mabedinin ‘karakol’a dönüştürülmesine? Gezi direnişi sırasında AKM’nin karakol olarak kullanılmasından söz etmiyorum, yeni bir ‘vaka’ var karşımızda: İzmir’in sayılı tiyatro yapılarından biri olan, Konak’taki Atatürk Kültür Merkezi, İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne devredilecekmiş. Bu haberi duyalı bir-iki hafta oldu, bekledim ki bir yalanlama gelsin Ege Üniversitesi’nden. Boşuna beklemişim…

Önceki gün, İzmir Tiyatroları Derneği Başkanı ve Özgür Tiyatro’nun Sanat Yönetmeni Özgür Başkaya’nın çağrısıyla bir araya gelen İzmirli tiyatrocular, Ege Üniversitesi’nin sahibi olduğu tiyatronun İzmir’in en önemli sanat mekânlarından biri olduğunu vurgulayarak, bu tiyatronun İzmir Emniyeti’ne devredilmesi karşısında suskun kalmayacaklarını açıkladılar. İzmir’de turne tiyatrolarının yararlanabildiği üç salondan biri AKM. Geniş bir sanat galerisi de var. Ama, bina bir süredir kapalı tutuluyor Ege Üniversitesi Rektörlüğü’nce. Gerekçe, salonun giderlerinin karşılanamaması…

Söylentilere bakılırsa, Valilik binayı İzmir Emniyeti’nin hizmetine sunmak üzere Rektörlükle bir protokol hazırlığındaymış. Binaya, Emniyet Müdürlüğü personelinin nasıl yerleşeceği konusunda ölçümler bile yapılmış… Binanın hemen yanı başında, Dokuz Eylül Üniversitesi’ne bağlı Sabancı Kültür Merkezi var. Bu üniversitenin rektörü de, salonun tiyatrolar tarafından kiralanmasına izin vermiyormuş. İzmir’e gelen tiyatrolar için tek bir seçenek kalıyor: Karşıyaka Belediyesi’nin Bostanlı’daki Suat Taşer salonu… Bu gelişmeler, insanı düşündürüyor, tiyatro topluluklarının mekânsız kalması siyasal iktidarın hedefleri arasında mı acaba?

Bu satırları yazarken, ekrana yeni bir haber düştü. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Süleymaniye Darülziyafe’de 2. Yeditepe Bienali’nin açılışını yaparken şöyle buyurmuş: “…Günümüzde sıkça karşılaştığımız üzere insan fıtratının tıpkı eşrefi mahlukat sıfatı gibi bir parçası olan esfeli safilin tarafına hitap eden sanat ürünlerinden aynı latif duyguları hissedemezsiniz. Özellikle medya mecraları üzerinden tüm dünyaya adeta boca edilen batı menşeili kültür sanat eserlerinin içine özenle yerleştirilen ve insanın esfeli safilin tarafını öne çıkaran mesajların elbette bir amacı var. Bu amacın masum ve hayırlı olmadığı da açıktır. Her türlü sapkınlığı, her türlü ahlaksızlığı, her türlü marjinalliği sanat adı altında normalleştirme, hayatımızın tabii bir parçası haline getirme gayesi taşıyan bu sinsi saldırıya karşı kendi imkânlarımızı daha güçlü şekilde devreye almamız şarttır”.

O zaman, tiyatro salonlarının kapalı kalmasını, hatta Emniyet teşkilatı emrine verilmesini hayırlı bir icraat olarak değerlendirebiliriz. Bizi sapkınlıktan, ahlaksızlıktan, ‘esfeli safilin’ sıfatından korumak isteyen siyasi iktidarın bir icraatı… Biliyorum, meraktasınız, ne demek ‘esfeli safilin’ diye. TDK sözlüğüne göre, “Bir kişinin düşebileceği en aşağılık mertebe” imiş. “İslam anlayışına göre hayvandan da daha aşağıda bir mertebede olma hal ve durumunu ifade eder”miş.

AZOR

Aslında, bugün bir filmden söz açmak niyetindeydim. İsviçreli yönetmen Andreas Fontana’nın “Azor” adlı 2021 yapımı filminden. 1980 yılında, askeri cunta yönetiminin işbaşında olduğu Buenos Aires’te geçen film, İsviçreli bir bankacının Arjantin’de yaşadıklarını, siyaset-ordu-kilise-iş dünyası ortaklığında sürdürülen kirli ilişkileri konu alıyor. Genç yönetmenin büyükbabasının anı defterlerinden yola çıkarak kurduğu öykü bir döneme tanıklık ederken, tüm zamanlar için geçerliğini koruyan etik değerlere, bu değerlerin iş dünyasının değerleri ile çatışmasına işaret ediyor. Ve, yargıyı izleyiciye bırakıyor…

Filmin ana kahramanlarından bankacının karısı, ‘özel’ bankacılık dünyasının kendine has şifrelerinden söz ediyor, kocasının Arjantin’deki müşterisinin karısına. Bu dünyada ’güven’ kavramının önemini vurguluyor ve ‘güvenilmez’ kişilerin “iki sarısı var” diye tanımlandığını söylüyor (Herhalde, özü sözü bir insanlar kastediliyor bu tanımla). Sonra, ‘faire condois’ diye bir deyimden söz ediyor. “Hiçbir şey olmamış, hiçbir şey görmemiş gibi yapmak”mış anlamı… Bir önemli şifre de, “Azor”muş. “Ağzından çıkana dikkat et!” anlamına geliyormuş bu da… Cuntaların, diktaların yönetimde olduğu ülkelerde iş dünyasının özenle sarıldığı ilkeler olsa gerek bunlar; üç maymunu oynamak diye de özetlenebilir herhalde…

Çıkarlarını değerlerinin önüne koyan iş insanlarına yabancı değiliz (Hollywood filmlerini kastediyorum, kimse üstüne alınmasın) ama, kaybedecek bir şeyleri olmayan sıradan insanın, elinden sahnesi alınan tiyatrocunun “Azor” ilkesine tutsak olması beklenebilir mi?

Yazıma, ustaları anarak başladım. “Azor” ilkesini onlara da hatırlatanlar olmuştur mutlak, ama düşündüklerini söylemekten geri durmadılar. “… hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin / bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler” (Nâzım Hikmet, Kuvayi Milliye Destanı’ndan)