Cumhuriyet’in kuruluşunu takip eden süreçte Balkanlardan gelen/getirilen muhacirlerin, ülkede yerleşme biçimleri oldukça karmaşık ve çeşitliydi. Devletten yardım talebinde bulunmayanlar, ülkenin herhangi bir yerine yerleşebilirlerdi. Ama devletten yardım isteyenler gösterilen yerlerde ikamet etmek zorundaydılar. Her şekilde bu göç akını, ilgili birimlerin kotrolü altındaydı. Bazı durumlarda toplu ve kitlesel muhacir grupları gelirdi ki, Türkiye, “İskan Kanunu”na dayanarak bunlar için kamu arazisi tahsis eder, konut inşa eder, ailelerin günlük iaşelerini sağlardı. Bu durumdaki muhacirlerle kurulmuş yüzlerce yerleşim birimi (köy, mahalle, bucak, ilçe) ortaya çıkmıştı. Bunlar sözcüğün gerçek anlamında “muhacir yerleşmeler” ve ölçeğine göre “muhacir şehirleri” idi.

Bugün artık İstanbul’un en büyük ilçelerinden biri olan Gaziosmanpaşa, bu tür şehirlerin bir örneğiydi. 1951-52 yıllarında Bulgaristan’dan gelen muhacirler için kurulmuştu ve o zamanki adı Taşlıtarla idi. O dönem Bulgaristan’dan gelen muhacirlerden 3 bin 787 hane İstanbul’a ve genellikle de Kartal, Bakırköy, Üsküdar, Beykoz, Eyüp, Çatalca, Silivri, Yalova ve Beyoğlu’nda iskan edilmişlerdi. Fakat en büyük grup olarak 2 bin 034 aile Taşlıtarlı’ya yerleştirilmişti. Toprak ve İskan Müdürlüğü bu göçmenler için 2 bin 414 ev inşa etmiş; her aileye, birer adet iki oda ve bir holden oluşan ev, tamamına 50 bin lira sermaye ve 40 ton yemeklik buğday “tevzi” etmişti.

Fakat bu yerleşme süreci sorunsuz olmamış; muhacirler pek çok müşkülat yaşamış ve bunlardan bazıları ilgili kurumlara yazılan dilekçelere de konu olmuştu. “Beş nüfuslu olarak 30.01.1951 tarihinde Bulgaristan’dan Anayurda göçtüm” diye başlayan bir muhacir dilekçesini, “bu sefaletten kurtarılmaklığımızı gözyaşlarımızla arz ve rica eder yalvarırız” diye tamamlamıştı. Bazı durumlarda daha ilginç sorunlar da ortaya çıkıyordu. Bir muhacir “Eyüp İskan Müdürü ve Sarıgöl mahalle muhtarının onayladığı belge ile kendisine devlet tarafından verilen evde uzun süredir bir hastalıklı bir merkep yaşadığını” ve bu yüzden eve giremediklerini yazmıştı. Bu göçmen kitlelerin iskan sürecinde daha başka sorunlar da vardı ve muhacir akını da bir yandan sürüyordu.

İSTANBUL’UN TEKSAS’I

Taşlıtarla, daha sonra Yugoslavya’dan gelen göçmenleri de içine çekerek yeni muhacir nüfusun toplanma mekanı haline gelmişti. Muhacirler 1950 sonrası Türkiye’nin sanayileşmesinde ucuz emek kaynağı olmuş, sanayi sektörüne ucuz işgücü sağlamışlardı. Bu arada sanayileşme, göç sürecini de tetikliyordu ve bu nedenle Taşlıtarla çevresinde gecekondular hızla çoğalmıştı. 1950’li yıllar biterken Taşlıtarla o kadar hızla büyümüştü ki nüfusu 100.000’e ulaşmış, “nüfus kesafeti” bakımından İstanbul, Adana, Bursa, Eskişehir gibi illerin önüne geçmişti. Bu yoğunlaşmanın etkisiyle Taşlıtarla sosyal olarak da şikayet edilen bir yere dönüşmüş; hatta gazetelere göre “İstanbul’un Teksas”ı haline gelmişti.

Taşlıtarla bu mekânsal büyüme sonunda önce dört, sonra sekiz mahalleye bölünmüştü: Sarıgöl, Bağlarbaşı, Esentepe, Yıldıztabya, Kemiklidere, Yenidoğan, Silahtarağa ve Taşlıtarla. Bunların bir kısmı Eyüp diğerleri de Rami Nahiyesine bağlıydı. Kamusal hizmetlere bağlı olarak kamu binaları da artmıştı. Dördü kapalı sekizi açık 12 sineması, bir Belediye, bir emniyet başkomiserliği binası vardı. Artık Taşlıtarla’yı yeni bir idari statüye yükseltme vakti gelmişti ki “Taşlıtarla’yı Gaziosmanpaşa Kazası Yapma Derneği” o günlerde kurulmuştu. Nitekim bu girişimler hızla sonuç vermiş; Taşlıtarla 1963 yılında İstanbul’un ilçelerinden biri haline getirilerek Gazi Osman Paşa adını almıştı.

Bir muhacir şehir olarak kurulan Taşlıtarla, Türkiye şehirlerinin önemli bir bölümünün fotoğrafı gibiydi. Zira bu ülke ve şehirleri Balkanlardan ve Kafkasya’dan gelenlerin doldurduğu birer göçmen deposuydu. Bugün de durum pek farklı değil, sadece göç coğrafyaları değişti. Fakat çok önemli ve yeni bir hususla: Önceki bütün göç deneyimlerinde devlet, sürecin ana düzenleyici dinamiğiydi. Şimdiki göç deneyiminde ise devletin yeri ve rolünü ilgili-yetkili kamu yöneticileri bile tam olarak bilmiyor.