Distopyanın ütopyayı geriden takip etmesi şaşırtıcı değildir. Her ütopya bir sonraki çağdan bakıldığında bir distopyaya dönüşebiliyor, hatta bazı zamanlarda doğrudan aynı çağ içerisinde bile distopik bir hal alabiliyor.

Bir mutluluk vaadi ve eleştirisi

Y. Emre Ceren

Ütopya kelimesi Thomas More tarafından yaratıldığında aslında olmayan bir yeri işaret eden bir ifadeydi. Eski Yunanca οὐ, εὖ ve τόπος kelimesinden esinlenilmiş ve eutopia kelimesini yaratmıştı, basitçe olmayan iyi yer anlamını taşımaktaydı bu kelime. Zaten More bu kavramı dönemin siyasi gidişatına yönelik eleştirilerle bezediği eserinde olmayan bir adayı işaret etmek için kullanıyordu. Kavramı ilk o bulmuş olsa da Eskiçağ toplumlarının doğusundan batısına dek her yerinde ‘ataların zamanlarına’ öykünerek bir iyi zaman anlatısı vardı. Eskiçağ aklı bunu doğalında kabul ettiğinden Platon’un Atlantis anlatısından Hesiodos’un Altın Çağ anlatısına, Aziz Augustinus’un De Civitate Dei’sinden Eskiçağ’ın manifestosu diyebileceğimiz Iambolos’un Güneş Adaları’na kadar modern anlamda ütopya dediğimiz şeye rastlarız. Bunlar genelde yaratılış mitlerinin devamlılığı gibidir, ancak son kertede yeni bir toplum veya en azından yeni bir kent tasarlarlar. Eski Yakındoğu ve Doğu toplumlarında ise özellikle destanlar altında bu ütopik üretime rastlarız. Genelde uzun yaşam, tanrıların katında yaşam gibi batıdan daha farklı bir hat izleyen dinamikler söz konusudur. Bu bakış açısı modern ütopyayı olmasa da fantastik kurguların pek çoğunu etkile miştir. Eski Batı ütopyalarının tasarladıkları bu kentlerin kimisinde aristokrasinin hâkimiyeti, kimisinde kusursuz bir eşitlik şiarı, kimisinde ise sonsuz bir yaşam ve sonsuz kaynaklar söz konusudur. Ama hepsinin ortak noktası mutluluk vaat etmektir. Mesela Hesiodos İşler ve Günler eserindeki ütopyacı dizelerinde şöyle demektedir:

“Olympos’ta oturan ölümsüzler yarattı,

Ölümlü insanların ik soyunu, altından…

Kaygısız, rahat, acısız, dertsiz.

Belalı ihtiyarlık çökmüyordu üstlerine...

Sevinip coşuyorlardı gamsız şölenlerde, Tatlı uykulara dalar gibi ölüyorlardı…

Toprak kendiliğinden bereket saçıyordu,

Sayısız nimet ortasında rahat, memnun

Yaşayıp gidiyordu insanoğlu tarlalarında.”

DİSTOPYANIN DOĞUŞU

Hesiodos aslında eskileri anlattığını öne sürerken yaşlılıktan, yokluktan, emek vermekten, çağın şartlarından yakınıyordu. Eskiçağ’ın ütopya vaat eden veya en azından böyle bir yaşam da varmış diye sürdürdükleri bu mutluluk vaadiyle birlikte karşımıza distopya kavramı çıkar. Mesela aristokrasinin mutlak hâkimiyet sürdüğü bir kentte geri kalan tüm sınıflar için bir distopya söz konusu oluyor. Hesiodos, kimsenin emek harcamak zorunda kalmadığı, dünyanın nimetlerinin yerden öylece bitiverdiği, her gecenin şölenlerle geçtiği Altın Çağ’ı anlattıktan sonra günümüzün dünyasına, Demir Çağı’na geçer ve gerçeklik başlar, gerçeklikle birlikte yaşamsal zorluklar başlar ve giderek artar. Hatta Hesiodos insanların bu soyunu, Demir Çağı’nı anlatmaya geçtiğinde “Keşke o soydakilerden biri olmasaydım ben, keşke daha önce ölseydim veya doğmasaydım” der. Ütopya mevcut koşulları, ortadan kaldırıp başka bir dünya vaadiyle eleştirirken, distopya ise Eskiçağ toplumlarında katı gerçeklikten beslenir, yani gündelik hayattan. Her ne kadar kavramsal olarak olmasa da Eskiçağ dünyasında bile δυσ ve τόπος kelimelerinden oluşmuş bu tür de ütopya gibi kendiliğinden vardır. Augustinus tanrısal bir kent inşa ettiği eserinde Roma’yı eleştirirken sürekli iç savaşlardan dem vuruyor. Çünkü o çağın gerçekliği savaşlardır. Ya da Nillnur Tandaçgüneş’in Ütopya kitabına atıfla “distopya ütopyayı bir adım geriden daima takip etmiştir. Bu anlamda distopya ütopyanın hicivsel bir eleştirisidir.”

KAYGI DOLU ELEŞTİRİ

Modern anlamdaki ilk ütopyadan son ütopyaya kadar bütün hepsi mevcut düzeni cepheden karşıya alıyor ve dönemleri içerisinde süre gelen siyasal tartışmaları, toplumsal konuları ve sık sık da sistemsel sorunları işliyor. Bu anlamda kurucu bir fikir vaat ediyor ve kurgu ile bu kurucu fikri temellendirebiliyor. Bu nedenle ütopyalar yeniyi ve günceli takip ediyor ve çoğu zaman sonraki yüzyılları öngörmeye çalışıyor. 17. yüzyıl dünyasında ortaya çıkan ütopya türündeki eserler Eskiçağ’ın doğa yasalarından beslenen fikirlerinin üzerine çıkmış ve insanın temel gereksinimlerine odaklı veya kent sorunlarını işleyen Eskiçağ anlatılarının yerine ideal toplum, ideal dünya kavramları yerleştirmiştir. Artık kendi dar coğrafyasını değil bütünü değerlendiriyor. Campanella’nın Güneş Ülkesi bize bu anlamda bilim ve teknolojinin içkin olduğu bir ütopyaya giriş örneği sunuyor, elbette klasik biçimde toplumsal, siyasal tartışmaları ve eleştirileri kapsayarak.

Bunları toplam olarak değerlendirdiğimizde distopyanın ütopyayı geriden takip etmesi şaşırtıcı değildir. Her ütopya bir sonraki çağdan bakıldığında bir distopyaya dönüşebiliyor, hatta bazı zamanlarda doğrudan aynı çağ içerisinde bile distopik bir hal alabiliyor. 17. yüzyılda bir mutluluk vaadi taşıyan bilimsel ve teknolojik ütopyalar, günümüz koşullarında distopik bir hal alıyor. Günümüz ütopyalarının ekoloji üzerinden beslenmeleri de bu yüzden olağandır. Zaten bir noktadan sonra üretilen distopyalar ütopyayı eleştirmekten ziyade mevcut dönemin katı ve hatta karamsar bir eleştirisi halini almıştır. Eskiçağ toplumlarında bu distopik yazılar genellikle savaş, kıtlık, kriz veya infial zamanlarında ortaya çıkarken, modern anlamda distopik üretimin en yoğun olduğu 19 ve 20. yüzyıl ise yine bu siyasal ve toplumsal olaylarla kesişiyor. Gerçekliğin kaygıyla ve karamsarlıkla örülü eleştirisi geçmişten bugüne yıkım anlarında güçleniyor.