Muzaffer Amca’yı zihnime ilk yerleştirdiğim zaman çok küçüğüm. Kardeşi İlhan gözlerinin önünde yeni öldürülmüş. “Neden?” diye soruyorum…

Bir Muzaffer bir İlhan Erdost

Bu hikâyeyi onlardan dinledim. Henüz doğmamışım o sıralar. 12 Mart’ın hemen sonrası. Ankara Merkez Cezaevi. Menderes Dönemi’nden adı Hilton’a çıkmış 10. Koğuş. Muzaffer Erdost ve Vahap Erdoğdu birlikte kalıyorlar.

Bir sonbahar günü Kartal – Maltepe Cezaevi’nden babamı koyuyorlar yanlarına. Yıllar sonra o günler bir şiire dönüşüyor: ‘Albümdeki Yırtık Resim’ “Bir yanda Muzaffer Abi / voltadaki kehribar tespih gibi / yanından ayırmamış hâlâ / kanun- ı osmani mefhum-ı hakani / düşünüyoruz resimde bile / gür bıyıklı celali / niçin isyan etti / üç yüz yıl / üç yüz kere / ve niçin yükselmiş taş duvar / sadece onlar için / yüzü resme düşmeyen bir halkın / keder günlüğüne”

Demek ki Muzaffer Amca o sıralar Avni Ömer Efendi’nin Osmanlı toprak sistemi üzerine kaleme aldığı eserini, Kanun-ı Osmani Mefhum-ı Hakani’yi okuyor. Daha doğrusu inceliyor. 10. Koğuşun hemen önündeki fotoğrafa fon olan merdiveni ise bir zamanlar Celal Bayar için yapmışlar. Bayar o dönemde Ankara Merkez Cezaevi’ne getirilmek istenmiş. Sonra da yaşlı Bayar’ın merdiveni çıkamayacağı düşünülmüş ve yarım bırakılmış. Sadece arada bir fotoğraf çekilmeye yarıyor merdiven. Böylece kuşaktan kuşağa aktarılacak bir hatıraya dönüşüyor.

Muzaffer Amca’yı ilk zihnime yerleştirdiğim zaman çok küçüğüm. Kardeşi İlhan gözlerinin önünde yeni öldürülmüş. “Neden?” diye soruyorum. Annem usulca ağlıyor. Annem, İlhan Erdost’un eşi Gül’ün çocukluk arkadaşı. Oysa, “Neden?” sorusunun anlamı çok büyük. İlhan Erdost o dönemde yayımladıkları üstelik yasak kitaplar listesinde olmayan Engels’in ‘Doğanın Diyalektiği’ nedeniyle dövülerek öldürüldüğünde son sözü “Vurmayın, daha kızımı koklayıp öpemedim!” olmuş. Bunu anlatıyor annem babama. Bugün hâlâ babamın gözündeki öfkeyi minik ellerimle tutamıyorum. Böylece saçları lüle lüle, gözleri zeytin iki güzel kızla büyümeye başlıyorum.

Birinin adı Alaz, diğerinin adı Türküler. O zamanlar babalarının nasıl öldürüldüğünü bilmiyorlar. Birgün Alaz’a ilkokulda arkadaşı, “Teröristin Kızı…” diye tokat atıyor. Anlam veremiyor buna. Çocukların başka çocuklara maharetlice zulüm edebileceklerini anlatan Golding’in ünlü romanı ‘Sineklerin Tanrısı’ndan henüz haberi yok! Evde Tempo dergisini karıştırırken babasının fotoğrafını görüyor.

Yazının başlığı ‘Mamak Cezaevinde Dövülerek Öldürülen Yayıncı: İlhan Erdost’ Kalbi hızlı hızlı atıyor. Eli ayağı tutuluyor. Demek hem de amcasının gözü önünde öldürülmüş sesini yalnızca teypten duyduğu, hiç tanımadığı, bir fotoğrafının bile olamadığı babası. Türkiye gerçeği böyle derin bir uçurum işte.

Muzaffer Amca’nın o günden sonra İlhan’ı içine aldığı iki kişilik hayat yolculuğunda omzundaki yük artıyor. Yalnızca ülkemizdeki sol düşüncenin taşıyıcı kolonu değil o. Bir aileyi de tutmaya çabalıyor.

Bu anlamda iki sözcüğü miras bırakıyor bize: Düşünce ve direnç

Kitapevine her uğradığımda onu masa başında çalışırken görüyorum. Yanında hiç ayırmadığı büyüteci. Babam ve arkadaşları siyasal islamcıların naralarıyla öldürülmüş çoktan. Yanına oturtuyor. “İlk sorusu, hangi kitabım eksik?” oluyor. Hemen imzalamaya başlıyor.

Unutulmaz bir ilkbahar. Kapital’in çevirisi için hayatının on yılını gözünü kırpmadan veren Alaattin Amca ( Bilgi) da var o gün. Barışta gülümsüyor. Tadından yenmeyecek bir güzel sohbet. Sanırım Muzaffer Amca’nın ‘Sosyalizmi Seviyorum’ kitabı henüz çıkmış. Akıl, bilim ve düşüncenin özgürlükle nasıl birleşeceğini fısıldıyor şimdi.