'Hikaye içinde hikaye/film içinde film’ tarzı anlatılar ilgimizi çeker, çünkü bu tür çalışmalar seyirci/okuyucunun hem yapıt karşısındaki durumunu...

'Hikaye içinde hikaye/film içinde film’ tarzı anlatılar ilgimizi çeker, çünkü bu tür çalışmalar seyirci/okuyucunun hem yapıt karşısındaki durumunu hem de sanatsal üretim pratiklerini sorgulamasına yönelik tasarımlarıyla insanı derin bir diyalektik oyuna dahil ederler.

Sinemada ilk ve en ünlü örneği Kameralı Adam (1929), en uçuk örneği ise Merci la vie (1991) olan bu biçimsel uygulamanın edebiyattaki zirvelerinden biri, 1993 tarihli Austin Wright romanı Tony and Susan olsa gerek... Romanın kahramanı –en azından başlangıçta öyle zannederiz- Susan, 20 yıldır görüşmediği ilk kocası Edward’ın gönderdiği bir roman taslağını okumaya başlar. Burada biri ‘dış’ –bizim okuduğumuz- diğeri ‘iç’ –Susan’ın okuduğu- olmak üzere iki ayrı roman, iki ayrı anlatı düzlemi söz konusudur. İlk düzlemde  Susan’ın okuma sürecine, Edward’a dair anılarına ve edebi üretimle ilgili düşüncelerine tanıklık eder ve onunla özdeşleşirken, ikinci düzlemde Edward’ın Nocturnal Animals (Gece Yaratıkları) adlı epey trajik romanının kahramanı Tony ile özdeşleşmeye başlarız. Bu sadece bizim değil roman karakterlerinin yaşadığı özdeşleşmelerin de aynı derecede belirleyici olduğu tuhaf bir diyalektik sarmaldır; sayfalar akarken Susan romanın kahramanı Tony’yi yazar Edward’ın yerine koymaya başlar mesela. Nihayet kitabın isminin niçin Tony and Susan olduğu anlaşılır; romanın kahramanı –Susan?- ve ‘roman içre roman’ın kahramanı –Tony?- yavaş yavaş konum değiştirmektedir. Bu arada en dış halkada bulunan –daha doğrusu öyle zanneden!- biz okurlar da, farkına varmadığımız bir süreç sonucu kendimizi sınırları iyice muğlaklaşan iç ve dış romanların kesiştiği noktada buluruz.

Bu hafta, Tony and Susan’ı anmamı gerektiren zincirleme reaksiyonlarla geçti.  İlki, Yağmuru Bile adlı filmdi. Bir ‘film içinde film’ olarak kurulan Yağmuru Bile’nin ana filminde –dış film- Kolomb’un yeni kıtanın kıyılarını ‘keşfetme’sini bu sefer beyazların değil yerlilerin gözünden anlatmaya niyetli bir film yapmak üzere Bolivya’da bulunan bir ekibin öyküsünü izliyoruz. Bu ekibin yaptığı iç filmdeyse, Kolomb’un bu yeni kıtaya taşıdığı vahşete ve bu beyaz vahşilere direnen efsanevi yerli lider Hatuey’in hikayesine tanık oluyoruz. İç filmde üç kuruş para karşılığı Hatuey karakterini oynayan Daniel adlı bölge yerlisi, dış filmde içme suyunu özelleştirmeye çalışan devlete ve su tröstlerine karşı direnen halkın önderlerinden biridir. ‘İşçi Daniel’in katıldığı protestolarda polisten dayak yediğini ve böylece ‘oyuncu Daniel’in yüzünün yara bere içinde kaldığını gören yapımcı Costa ve yönetmen Sebastian, Daniel’in bu gösterilere katılmaması/Hatuey’in beyazlara karşı direnişi bırakması için ellerinden geleni yaparlar. Epey şematik olmasına rağmen buradaki ‘film içinde film’ stratejisi, kapitalist sinema sektöründe boğularak yabancılaşmış, yöredeki ucuz oyuncu işgücünü nasıl sömüreceğinden başka bir şey düşünemez hale gelmiş yapımcı Costa’nın zamanla meydanlarda polis zulmüne direnen Daniel ve istilacı beyazların zulmüne direnen Hatuey’in iç içe geçen mücadelelerinden etkilenerek yabancılaşmayı aşmasını göstermek için kullanılıyor. Şematik, ama hiç değilse ahlaklı, vicdanlı ve tutarlı; mesela ‘komünistim’ dediği zaman komünistçe davranacak kadar ahlaklı, vicdanlı ve tutarlı...

Ocak 1999’da başlayan ve Nisan 2000’de Bolivyalıların zaferiyle biten Cochabamba Su Savaşları sırasında bir protesto gösterisinde, Daniel’in ağzından şu sözleri duyuyoruz: ”Nehirlerimizi sattılar; kuyularımızı, göllerimizi sattılar. Hatta üstümüze yağan yağmuru bile sattılar! Hem de yasaları kullanarak! Yağmuru bile toplayamıyoruz! Peki kim alıyor yağmuru?! Sahipleri Londra ve California’da olan bir şirket! Bir sonraki adımda neyimizi çalacaklar acaba? Soluğumuzdaki nemi mi?! Alnımızdaki teri mi?!”

Ama bu ‘hikaye içinde hikaye’ler her zaman hoş olmayabilir, kimi zaman değişim ve dönüşümün çirkin yüzünü gösterir. Tepkime zincirinin ikinci halkası işte burada ortaya çıkıyor; farketmişsinizdir, yukarıdaki sözler AKP ya da RTE için değil, HES’ler için yapılan bir protesto gösterisindeki pankartları anımsatıyor. Buyrun: “Karadenizin asi çocukları çayına suyuna sahip çıkıyor” Ya da buyrun: “Sularımızı sattırmayacağız” (dış gerçek). Sonra, o gösteride iktidar aygıtının örtülü ödenekten desteklenen gaz bombalarıyla ölümüne yol açtığı Metin Lokumcu’yu hatırlatıyor (iç gerçek). Mantık gereği bunların hiçbiri Ergenekon’u hatırlatmıyor tabii... İşte bu yüzden bu durumun tamamı iktidarın yeni tarih yazıcısı Murat Belge’yi hatırlatıyor (en iç gerçek, ürkütücü hakikat). Buyrun bakalım, var mı böyle tuhaf bir ‘iç içe anlatı’?!

Edward Tony ile yer değiştiriyor, Tony Susan’ın yanına geçiyor, Susan Edward’ı geriye çekiyor, Edward RTE’yi ortaya sürüyor, RTE Belge’yle yan yana geliyor, Belge ‘RTE ve çevresi’ olmayan herkesi Ergenekon’un yanına oturtuyor, özdeşleşme patlıyor! Okuyucu, hüzün ve hayal kırıklığı kaynaklı bir öfkeyle olan biteni izleyen Metin Lokumcu’ya bakıyor, susuyor...