Yazmayacağım diyorum. Çok kereler diyorum bunu. Yazan herkes der. Yazmak için kalemi alıp kağıdın başına geçtiğimde uçuşan binlerce kelime içinden bir tane bile yakalayamıyorum kimi zaman. Saatlerce yazamadığımı, koskoca günleri bomboş bitirdiğimi biliyorum. Yılgınlık ve yorulmuşluk mu bu? Olabilir. Kâh ülkenin durumundan, kâh bir gülün kızıllığından. Yazmak başlı başına acı veren bir süreç. Murakami’nin dediği gibi yazdığımız her an “insanlığın temelinde bulunan zehir gibi bir şeyi istemesek de çekip çıkarıyor, görünür kılıyoruz.” Bir zehri bir kuyudan çıkarıyoruz bize bulaşacağını bile bile. Öldürmüyor belki ama çürütüyor o zehir. Hatta bir acıyı bir yazıya nakşetmekle bir sevinci nakşetmek arasında bir fark yok yazarken. İkisi de yazanın zehri. Her kelime insanı tüketiyor. Ancak kelimeleri bir araya getirdiğinizde değil, bir bağlama oturttuğunuzda yazmış oluyorsunuz. Yeni bağlamlar kurana, yaratana ve yarattıkça kendinden eksiltene, zehirlenene, zehirlendikçe çürüyene yazar deniyor. Çürüdükçe kendi çürümüşlüğünden yeni hayatlar filizlendirene...

O nedenle çok okunmak ya da beğenilmek değil, depremler yaratmak esas olan.

Bir yanda 140 karakterden oluşan bir cümleyi on saniyede yazıp parmak ucuyla milyonlara ulaştırabilen biz, modern insanlar, öte yandan bir cümle için günlerce taş yontan ve o yazılanın -ondan anlayacak- bir avuç insana ulaşabilmesi için beş bin yıl bekleyen Mısırlı bir yazıcı. Hangimiz yazıyoruz gerçekten. “Vücudumda bir tanrının uzvu olmayan hiçbir uzuv yok” diyen Mısırlı yazıcı mı gerçekten yazar, yoksa bu sözün üzerine söz söyleyemeyecek olan bizler mi? Hangimiz bir dilin dışındayız? Bize öğretileni değil öğretilmeyeni bir zehir kesesinin içerisinden hangimiz çekip çıkarabildik?

Yazmak eğer yalnızca sana öğretilen dili kullanıyorsan barbarlıktır. Çünkü Barbar kendi dilinden başka hiçbir dile aşina değildir. Tam da bu nedenle kendi diline bile yabancıdır. Bilinen her şeyin kendi diliyle ifade edilebileceğini sanandır. Eğer herkesin bildiği bir dilde yazmaya heves ettiysen zaman kaybıdır. Tek bir kılı bile bir bedende depreştirmiyor, ruhlara kendilerini sorgulatmıyorsan zaman kaybıdır. Okuru ve dünyayı ve hatta bir dilin bütününü hiçe sayıp yazmıyorsa bir yazar, zavallıdan başka bir şey değildir -ki her yazar zaman zaman zavallıdır.

Oysa okura yazmamak, bir devrim gerçekten varsa eğer, işte odur. Çünkü okura yazmak onun dilini kullanmaktır. Oysa okur yalnızca yazının sonucudur. Ve yazma nedeniyle okuru bağdaştırmak, her sonuca bir neden bulan modern insanın değerli bir hastalığı ve hatasıdır. Okur için yazmamak yazmanın kendisidir. Yazarı Barbardan ayırandır. Ve bunu tarihte en güzel Marquis de Sade yapabilmiştir. Kalem elinden alındığında dışkısıyla, ona da engel olunduğunda kanıyla yazmıştır. Ve yazılmamış bir şeyi okuyabilmenin kendisi de devrimdir. Ve yazarsız okur kendisini ortaya bu şekilde koyandır. Ve bugüne kadar yazarı olmayan en büyük okur İbrahim’dir ki kendinden sonra gelen ve birbirlerini kırmaktan, boğazlamaktan, yok etmek için can atmaktan asla vazgeçmeyecek olan üç dinin tek ortak sözüdür. Her şeyi daha yazılmadan okuyabilmiştir.

Bir ölü evinden çıkan en acıklı şey ölenin elbiseleridir. Onları toplamak acı vericidir. Ölenin gidişini bin kez daha hatırlatır insana. Ve yazar ölü evi olan bir dilden o elbiseleri çıkarandır işte. Ölmüş olan dillerin üzerine giydiği kelimeleri yeni hayatlara taşıyandır. Yaptığı iş zordur. Naftalin ve ölüm kokan kelimelerin zehrini bedenine bulaştırmadan yapılamayacak bir iştir.

Yazmayacağım diyorum. Çok kereler diyorum bunu. Ölü evine girip çıkmanın verdiği ağırlık sarıyor çünkü her defasında. Sonra yine kelimeler çağırıyor, oturuyorum yazının başına. Zehirleniyorum, biliyorum. Çürüyorum, görüyorum.