Ne kadar kalabalıktık, fark eden oldu mu? Ne kadar çok ölmüşüz öyle! Pek çoğunun ismini

Ne kadar kalabalıktık, fark eden oldu mu? Ne kadar çok ölmüşüz öyle! Pek çoğunun ismini bile bilmiyoruz. Oysa 12 Mart döneminde öldürülenlerin adını bir çırpıda ezberlemiştik. Onların adının geçtiği, onlar için yazılan şiirleri okuyarak büyümüştük. Denizlerin idam sehpasında söyledikleri, Kızıldere’de yaşananlar simgeydi bizler için.

 Kaç Kızıldere yaşandı, kaç darağacı kuruldu daha sonraki yıllarda! Yaşanılası bir dünya için gözünü kırpmadan ölümü göze alan ne kadar çok arkadaş tanıdık. Kızıldere bir inanmışlık ve kahramanlık öyküsüyse, nice Kızıldere öyküsü yaşandı, herkesin malumudur.

 BİR DAMLA GÖZYAŞI DÜŞSEYDİ
Yürüyüş kolu ne kadar yalansızdı. Sloganlara kulaklarınızı kapatın, hareketleri, hareket edenleri yok sayın, bir kelebek ömrü kadar kısa yaşayanların resmi geçidine bırakın kendinizi. Ne yalan vardı yürüyüş kolunda ne riya. Ne tutulmayan sözler vardı ne mahcubiyet.

 Kelimeler mi yalansızdı 12 Eylül mitinginde, yoksa fotoğraflar mı? Bu gözle bakanı nız oldu mu hiç? Olmuştur elbette. Yürüyüş kolu akıp giderken, bağırıp çağırmadan, sessiz sedasız, usulca gözyaşı dökenleri gördünüz mü? İşte onlar, fotoğrafların daha yalansız ve kelimelerden daha güçlü olduğunu düşündükleri için ağlıyorlardı. ‘En temiz yüzün gözyaşıyla yıkanan’ olduğunu bildikleri için damlaların süzülmesine izin veriyorlardı, yanaktan kalbe.

 Fotoğraflardan bize bakan arkadaşlara yakışıyor muyduk acaba? Bunu düşünen oldu mu hiç? Onlara yakışmanın ne anlama geldiğine hiç olmazsa o gün kafa yoranımız çıktı mı aramızdan? Yaşanılası bir dünya yolunda neyi ne kadar göze alabilir, hareket halindekiler? Hayatımızı bir kenara bırakalım, nelerden hangi oranlarda vazgeçebiliriz? Masumiyeti, dayanışma duygusunu, insan sevgisini yitirdiğimizi fark ettiğimizde ne zamandan bu yana vicdanımız sızlamıyor? “Ölmedi, yaşıyor” derken, hiç düşündük mü onları asıl yaşatacak olanın, bağırmaktan değil, onlara yakışıyor olmaktan geçtiğini?

 İnsan mitinge katılanlara, atılan sloganlara bakınca ister istemez kendisine soruyor: Nedir hareket halindekilerin ruh hali? Derdimiz nedir? Vakitsiz kaybettiğimiz ve her biri kıymetli arkadaşlarımıza duyduğumuz özlemi paylaşmak mı yoksa o güzel isimlerinin ve yüzlerinin üzerinden caka(!) satmaya çalışmak mı? Ağlamak mı hakim olmalıydı, hüzün mü, özlemek mi yoksa sertlikten beslenen, militarizmden güç alan hal, hareket ve sloganlar mı?

 Bir damla gözyaşı düşseydi Ankara Sıhhı ye Meydanı’na, sanıyorum, adeta ayindeymiş gibi gözleri kapalı slogan attıran “görevlinin” alnından asfalta düşen terden daha anlamlı olurdu. O, gözyaşı ve içinde derin bir isyan saklayan sessizlik inanın çok asil bir havanın ortaya çıkmasını sağlardı. Dikkat ettiniz mi yüzlerindeki asalete. Onlar fotoğraflardan bize baktıkları için, hareketsiz oldukları için, ya da biz onları öyle görmek istediğimiz için asil değillerdi, asil oldukları için öldürüldüler.

 Ömer Yazgan’ı tanıyanınız vardır mutlaka. Akyazı soygunu sırasında yakalanmış ve sonra idam edilmişti. Subaydı, Üçüncü Yol’un liderleri arasındaydı. Bakmayın iddianamede yazılanlara, Ömer Yazgan’ı asarak, onu yalnızca ortadan kaldırmak istemediler, soldaki asaleti yok etmeyi hedeflediler. Siyah beyaz dalgalar halinde önümüzden geçenlerden birisi de oydu; hal hatır sorulduğunda bile yanakları al al olan, her haliyle sessizliğin ve kibarlığın erdem olduğunu hissettiren, ölürken bile asaletinden hiçbir şey kaybetmeyen…

 Onlar bir kelebek ömrü kadar kısa ama kocaman bir ömre bedel yaşadılar. 12 Eylül’ün yıldönümlerinde siyah beyaz fotoğraflarını ellerimizde taşımamız büyük defteri kapatmamız için mücbir sebep sayılır mı? Hesap ortada duruyor. Geçmişimize, geleceğimize, arkadaşlarımıza borcumuz var.