Öpüyor bir yol. Öpüyor. Bir dakika net sürüyordur diye tahmin ediyoruz. Ortam müsait olsa daha güzel şeyler de yapacaktır. Ama açıyor işte bohçanın ağzını elbet devamı da gelecektir. Gelmese de olur hem.

Bir öpmeyle

Burçak Sel

Günlerden bir gün. Fakat, pazar değil. Evrenin aşırı sıkıcı bir günü olarak pazar, söz konusu değil. Bugün piknik günü değil. Aşırı sıkıcı olduğu yetmiyormuşçasına her gün köpek gibi çalışanlara oyalamalık olarak verilmiş bu sahtekârda değiliz neyse ki. Bebelere balon falan yok, mevzunun olduğu günde. Elimizden kaçıverdiğinde uçup az sonra da gümleyecek bu balon yerine, aslında hep içinde salındığımız daha sahi bir andan, kendimize kalıcı bir hatıra devşireceğiz. Hep olmakla müsemma bir vakit, kendi özgünlüğüyle ömrümüzün sonuna damıtılacak. Birazdan.

Aşırı olan bir şey nasıl sıradan olsun ki hem. Vasat bizim ana vatanımız baba yurdumuz. Bu yüzden takvim, geriye kalan altı günden birisinde. Ben oyumu salıdan yana kullanıyorum. Siz de serbestsiniz seçiminizde. Yerinizde olsam, bana kulak asardım. Ama keyfiniz bilir. Herkes standardını kendi seçer.
Vakit desen, onda da özel bir numara yok. Ne öyle kuşluk vaktinin serinliğinde ne gün batımının dinginliğinde kendisi. Sepet olmuş giden kafamızın az da olsa açıldığı ya da kalp organını hissettiğimiz bir yerde değiliz bu yüzden. İnsanın bütün bir işlevselsizliğiyle hıyara benzediği andayız, evet. Tek göründüğümüz yer salata. Onda da olmasak ne yazar. Bizi en iyi mesailerimiz anlatır. Gündüz vardiyasından yola çıkalım. Muhtemelen tüm işçiler olarak patrona domaldığımız bir saatteyiz. Burada da sabah sekiz ile akşam altıyı öneriyorum. İnsanlıkla alakamızın koptuğu bu zaman aralığını. On bir deyiverelim mi hatta… Böylesine olağan bir saatin, bilmem kaçıncı dakikasından ileriye akıyor olsun zaman. İleriye doğru. İleriden taraf.

Tarih de öyle akacaktı güya da gördük bu arada. Düştükçe düştük arkalara. Düştükçe düştük. Lan tarih bizi mengeneyle akraba yaptın. Lakin iş arasında koklanan bir gerdan onu göt eder. Güzel bir adamın üst dudağından bir yol gittin mi yenersin onu. İyi olur ona. Hak etti çoktan. Sınıf çelişkisi desen birazdan ebesininkini görecek. Bir seferliğe mahsus olup, bir dakika sürse de sallayacak bizim kahraman onu yakasından. Az sabır.

Sürekli vehmedilmez bir de. Ayıptır. Adama söverler. Hiç mi umut yok canına yandığımın hayatında ulan derler. Haklı da olurlar. Umut, hayatın zenginlere vurulsun diye biz fakirlere sunulan en beleş ve kârlı tokmağı. Onu geçirdiğimiz enseler kararacak bizimki değil. Bundan sebep hep zulamızda saklayacağız onu. Aptal olmayacağız. Karanlıktan çıkış olmayana inananları dayaktan geçirme sırasına alalım. Onlara da sopa şart.

Şimdi, olayımıza dönüp anlatmaya devam. Buraya kadar getirdiğimiz kısma bir karakter şart. Şöyle şanımıza yakışan cinsten olsun ama. Kırsın geçirsin ortalığı bir küçücük hamleyle. Usuldan bir dokunuşla kocaman sesler çıkarsın. Yerle yeksan etsin aşırılıkları, afakilikleri. Sade direnişlerin satır satır kitabını yazsın.

Bakınca anlamazsan ondaki cevheri senden de bu hayatta bir halt olmayacaktır. Funda’yı bilmezsen, onda çarpan yüreği duymazsan bırak bence bu işi. Kafana sıçıyım senin. Senin ezberlerin bozulmayacaktır.

Dümdüz bir insan karakteri bu. Detayı kendinde saklı. Şov yapmayanından. Pozcu hiç değil. Olamaz ki elinde malzemesi yok garibin. Çalışırken de genelde bir iki malzemeye değiyor eli. Telefona alo diyor, elinde de genelde diş zırzavatları oluyor. Ne yapsın kız neresine sürsün bunları. Dini imanı gevriyor akşama kadar zaten. Eve dar düşüyor. Babasının ağzına sıçmak istediği bir bebesi var. Evde de onun derdiyle tasasıyla uğraşıyor. Çamaşırı, yemeği, ev ödevi, oyalaması. Heriften boşanık. Şerefsizin, bebesine bir dirhem hayrı yok maddi manevi. Bizim kız, hayatın telaşesine kaptırmış gidiyor hasılı. Ama dolmuş bi. Hareketi gelmiş. Onun da usuldan farkında. Büyükler de hiç gözü olmadı. Yine yok. Şaşırtmıyor. Kalbi çarpsa yeter.

Günlerden salı. Vakitlerden on bir. Kahramanımız Funda işte. Söyledik ya. Orta Anadolu’nun çirkin şehirlerinden birinden olsun. Tam neresinden bilmeyelim ama. Bize nesi zaten. Anadolu hep yoksul. Orta Anadolu hem yoksul hem yoksun. Bokun da boku yani. Ama hadi Tokatlı olsun. Hatta Reşadiyeli olsun da kızcağızı az sevindirelim. Oranın da doğası güzel falan diyelim. Reşadiyeli Funda, bir diş hekiminin yanında çalışıyor. Dört tane implant çakarak çenelere, ayda bir araba parası kazanan puştun yanında sekreter aslında. Puştluğu bu kadar ama herifin. Funda’ya işverenliğinin dışında bir madisi yok. Şimdilik. Maaşını düzenli veriyor. Sigortasını yatırıyor. İyi biri sayılır. Ama patron işte. İsmi cismi bize hiç lazım değil. Ötede kalsın. Patron olduğundan beri dikalasından puşt.

Funda işçi. On seneye yakındır, aynı yerde aynı herifin yanında çalışıyor. Sembolik artışları olsa da maaşında, en azından düzenli aldığı için ses etmiyor. İlk iş gününden beri rutini bir gram değişmiyor. Ofisi sabah sekizde açıyor, akşam altıda kapatıyor. Günde beş-altı hasta alınıyor muayenehaneye. Hepsinin randevusu, iptali, işlemlerinin hazırlığı, zamazingoların düzeni, ofis temizliği, ıvırı kıvırı hepsi Funda’da. Ve bir gün olsun hiç kopmamış bu döngüden. Ta ki o vakit gelip de çatana dek. Herkese bir vakit uğrar, çarpıntı. İş ki yürek olsun.

O gün “böyle de hayatın ben…” şiarının kılıcını kuşanmış Funda. Çekmek için onu, içinden sayıyor gibi adeta. Ve…On hastasının işlemine devam eden doktor efendinin kendisine bir ihtiyacı olmadığını anladığı anda bir fırsat çıkıyor odadan. Askıda olan çantasına uzanarak aynasını çıkarıyor. Yüzüne bir bakıyor. Göz göze geldiği kendisi, bir sır verecek oluyor kendisine. Bir gülücük, rutinlerden mimiği unutmuş yüzünün kapısına dayanıyor. Bugün oldukça misafirperver. Dudağını hafiften renklendiriyor. Göz kalemini yeniliyor. Üzerindeki önlüğü çıkarıyor. Kılığını toparlıyor. Ne zamandır kullanmayı unuttuğu kokusundan bir boynuna bir bileklerine sürüyor. O esnada ofis telefonu çalıyor zır zır. Bakıyorum diye bağırıyor. Kablosunu iptal ediyor zıkkımın. Düşmedi diye bir daha sesleniyor. Randevu defterini kablonun çıkış yerine denkleyerek bırakıyor. Ses etmeden atıyor kendini dışarı. Merdivenlerden inerken saçını açıyor. Giriş kata geliyor. Kafayı sokağa çıkarttığı gibi apartmanın cadde üzerinde olan, en alt katındaki telefoncuda ne zamandır göz göze geldiği çocuğu arıyor gözü. Buluyor aradığını. Çocuk, damlıyor yanına. Çaya buyur ediyor. Dalıyorlar oğlanın dükkâna. Şanslarından çırak kılıklı bir oğlan var yalnızca içeride. Onun da abisinden işareti almasıyla baş başa kalmaları bir oluyor. Bir sessizlik tabii. Çay söylüyor bizimkinin yanığı. Olayın çay olmadığı aşırı belli değil mi? Funda, oğlan yanından tabure getirmek için hamle yapacağı anda tutuyor kolundan. Kendisine çekiyor. Öpüyor bir yol. Öpüyor. Bir dakika net sürüyordur diye tahmin ediyoruz. Ortam müsait olsa daha güzel şeyler de yapacaktır. Ama açıyor işte bohçanın ağzını. Ve elbet devamı da gelecektir. Gelmese de olur hem. Gelmese ne olur. Öpüşmenin bittiğini işaretlercesine masaya bırakılan çayları yudumluyorlar karşılıklı. Sonra topluyor saçlarını. Gevşekçe, arkadan. Her günkü gibi. Bu esnadaki bakışmaları falan anlatamıyoruz. Yerimiz kalmadı.

İşte sıradan bir iş günü, iş saatinde, bir işçi kadın, beğendiği bir erkeği öperek, ardında bir dakika bile olsa bırakabildiği her şeye böyle meydan okuyor. Bir öpmeyle çeviriyor mangal demirini. Ömrüne bir direniş hatırası bırakabiliyor. Ziyadesiyle. Ziyafetle. Dileriz ki ardı gelsin. Tek seferlik kalmasın. Ama dediğimiz gibi olmasa da olur. Bir işçi kendisine, ona layık görülmemiş bir güzelliği hak görüyor mu. Görüyor. Bu hikâyenin kazanı biziz bu yüzden.