Çizgileriyle Evliyâ Çelebi misali küçük bir seyahatnâme kaleme alan Selçuk Demirel, bizlere bir özlem ve aşk haritası çiziyor ‘Birdenbire İstanbul’da; kimi zaman mutedil kimi zaman dalgalı ve gemi azıya alan kente dair sözler ve çizgiler karşılıyor bizi.

Bir özlem ve aşk haritası

KAAN EGEMEN

Hayal ettiğimiz veya eski hâlini bilenlerin hatıralarındaki İstanbul ile yaşadığımız İstanbul arasındaki belirgin farkı gördükçe biraz düş kırıklığına uğruyoruz. Şarkılardaki, şiirlerdeki, eski zamanların roman ve öykülerindeki İstanbul yok artık. Bunu baştan kabullenmemiz gerek.


İçindeyken bile uzaktan baktığımız, uzaktayken yâd ettiğimiz bir kent İstanbul. Bu durumu sözcüklere ve çizgiye dökmek ise bize biraz teselli oluyor. Selçuk Demirel, ‘Birdenbire İstanbul’da sözü ve çizgiyi bir araya getirerek böyle bir teselliye tutunup Sait Faik’in izinden gidiyor: “Gözüm yaşardı/o zaman anladım ki/hayallerimizin İstanbul’u/hakikisinden daha çok güzeldir.”

‘Yakamoza kesmiş kent’

Demirel hayal ediyor; İstanbul’a kimliğini ve kişiliğini kazandıran her şeyi düşünüyor. Ona ilham veren ve bazen de yardım edense şehrin öykülerini, şiirlerini ve romanlarını yazanlar. Demirel’in İstanbul çizgileri bazen onlardan izler taşıyor bazen de sözcükleri tamamlıyor.

Sait Faik gibi kenti görerek, eskisini arayarak, kimi zaman bir ipucu yakalayarak, köprülerden geçerek, kulelere tırmanarak, Haliç’e dalıp giderek, tenha lokantalara uğrayarak ve sorarak ilerliyor: “Acaba asıl İstanbul; özlenen, daha bir saat ötelerden bile özlenen, hayallerimizin, rüyalarımızın ve hatıralarımızın İstanbul’u mudur?”

Bazen de Ece Ayhan gibi şaşırıyor Demirel; Orhan Veli’nin gözleri kapalı şekilde İstanbul’u dinleyişine hayret ediyor, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözcüklerle resmettiği kente bakakalıyor.

Demirel, çizerek bir gezgin misali dolaşıyor şehirde; bununla kalmıyor, hepimizi dar sokaklara, denize ve meydanlara doğru ufak bir seyahate çıkarıyor.
‘Birdenbire İstanbul’da Demirel, çizgileriyle Evliyâ Çelebi misali küçük bir seyahatnâme kaleme almış. Sabahlar, öğlenler, akşamlar ve geceler birbirini kovalarken Hans Christian Andersen gibi eski zamanlara da uğruyor: “Galata Kulesi’ne gittim ve mezarlar arasında dolaştım. Pek çok mezar taşı, mavi zemin üzerine kabartma üzümleri olan altın bir asma dalıyla süslenmiş. Ulu selviler arasında iki katlı, aşı boyalı ahşap evler var; üst kat merteklere dayandırılmış. Mezarların arasında ve arkasında küçüklü büyüklü sokaklar kıvrıla kıvrıla gidiyor; bir tanesi taş döşeli ama sanki eşekler düşsün de boyunlarını kırsın diye yapılmış. Karşıdan mavi feraceli ve maşlahlı, sarı potin ya da pabuç giymiş peçeli kadınlar geliyor. Konstantinopolis esmer ve kırmızı, yer yer koyu selviler ve beyaz kiliselerle bezenmiş.”

Cevat Çapan’ın dediğine benzer biçimde “bilmediğin bir İstanbul düşü”nde de geziniyoruz Demirel’in çizgileriyle. O düşte Abidin Dino’nun “yakamoza kesmiş kent”e bakışına rastlıyoruz, bazen de uluyan köpeklere…

Eski filmlerdeki İstanbul ve zamanımızın İstanbul’u arasındaki makas açıldıkça evvele özlem artıyor. Demirel, bu ikisi arasında bir denge kurmak isterken Yaşar Kemal’in yaptığı gibi bir vakitler Dolapdere’nin sakinlerinden olan Ali Şah’ın cümbüşlü, büyülü, karmaşık yaşamına çeviriyor gözünü. Bazen de “Dünyanın başkenti Sultanahmet, Anadolu’nun başkenti Sirkeci” diyen Refik Durbaş gibi trenlere, otobüslere ve sokaklara bakıyor. Kimi zaman da Abdülhak Şinasi Hisar misali Boğaziçi’nden yayılan musikiye, aşka ve meşke uğruyor çizgiler: “Boğaziçi, bütün tabiat güzelliklerinin sulara aksettikleri, suların yardımıyla daha güzelleştikleri ve mübalağalara eriştikleri ancak mütehassısların seçebilecekleri ve tiryakilerin zevk alacakları yeni inceliklere vardıkları bir manzara ve su beldesidir. Boğaz’ın maddeten durgun hâli zamanın mânen durgun hâline daha yaklaşır. Bu mışıldayan sular, bu sessizlik içinde duyulan ışıklar ve duyulan kokular gizli bir musikî teşkil eder. En eski, ezeli ve tabii hayat ve şiir unsurları olan ışıklar ve sular burada hatırdan silinmez birtakım edalara yükselirler. Hele ayın göğü ve suları aydınlatarak, havayı yumuşatarak, tabiatı büsbütün ilahileştirdiği mehtaplara musikî de katılırsa bu geceler hatıralarıyla talihlerimize nakşolan harikulade kıymetler alır. Boğaziçi’nin tabiatında sular ve mehtap bulunduğu gibi saz, yani musikî de vardır. Bu saatlerde güya göğün renkleri ve suların sesleri ruhlara doluyor ve bütün hülyalarımız bu ninnilerle büyüyor.”

Demirel’in çizgileri ve ona eşlik eden, yol gösteren yazarların ve şairlerin yardımıyla uzak ve yakın İstanbul’un renkli ve hareketli yaşamına doğru bir seyahate çıkıyoruz. Bedri Rahmi’nin gördüğü kuleler, Turgut Uyar’ın bindiği kayıklar, Edip Cansever’in birbirine geçirdiği Kurtuluş ve Asmalımescit, Gündüz Vassaf’ın gözüne ve aklına takılan palamutlar, İlhan Berk’in “dokunsanız ağlayacaklardır” dediği balıklar, Oktay Rifat’ın “Kasımpaşa kıyıları tersane” diyerek çizdiği yay, Özdemir Asaf’ın resmettiği İstanbul geceleri ve Nâzım Hikmet’in özlemi Demirel’in yoldaşı oluyor.

Uzun lafın kısası Demirel, bir özlem ve aşk haritası çiziyor ‘Birdenbire İstanbul’da; kimi zaman mutedil kimi zaman dalgalı ve gemi azıya alan kente dair sözler ve çizgiler karşılıyor bizi.