Isabel Allende, daha sonra filme de çekilen ünlü romanı Ruhlar Evi’nde, bir ailenin penceresinden Pinochet darbesi öncesinde ve sonrasında yaşananları anlatır. Doğaüstü olaylara sahip Clara, geleceği görmekte, ancak yaşananların tıpkı mitolojideki Kassandra gibi önüne geçememektedir. Allende kendisiyle yapılan söyleşide, Ruhlar Evi’ndeki Clara’yı büyükannesinden esinlenerek yazdığını söyler. Büyükannesi öldüğünde küçük bir çocuktur. Ama Allende’nin rüyalarına girmekte, yazdıklarına ilham olmaktadır. Üstelik rüyalarında büyükannesi genceciktir. Çoğunlukla bir fotoğraf arkasına ya da bir deftere yazılar yazmaktadır. Sanki ona bir şeyler söylemek, bir şeyler anlatmak ister gibi… Büyükannenin de, romandaki Clara’nın da en büyük arzusu ailesini kötülüklerden korumak, evlatlarının da, torunlarının da geleceğe mutlulukla adım atmasını sağlamaktır.

Ama bir rüya esintisidir o. Üstelik Clara, ülkenin bütün çocuklarını korumaktan ziyade kendi soyunu kollama isteğiyle yanıp tutuşmaktadır. Yine de bir dönemin acılı ve öldürümlerle dolu fotoğrafı çıkar ortaya. Herkesin nerelere savrulduğunu gözler önüne seren… Böylece yazar Allende’nin rüyalarıyla büyükannesinin hayatı birleşir. O, eşitlik ve hak dolu bir dünya tasarımıyla birleşen bir hayalden akmakta, toplumsal düzeni allak bullak eden darbelere karşı bir insanlık çağrısı yapmakta, iktidarların sömürüsüne itirazını yükseltmektedir.

Rüyalar, gerçeğin bazen de gerçeğin dışında kalan her şeyin belli aralıklarla yoğunlaşması sonucunda hayatımıza dahil olur. Bir anda gördüklerimizin öznesine dönüşürüz. Yabanıl bir ormanda kartalın pençesinde havalanır, ardından da ışıl ışıl bir denize düşebilecek duruma geliriz. Zihnimizin bize sunduğu küçük oyunlar değilidir gördüklerimiz: Bizizdir!

Adnan Azar, Paul Celan’ın “Bademlerden Say Beni” şiirinden yola çıkarak rüyasıyla Celan’ı birleştiren bir şiirle çıkar karşımıza: “Paul Celan’la ben Ankara’da bir sokağı arıyoruz / kimi diyor öyle bir sokak yok!” “Bir rüya yap benden” diye devam eder şiirine. Ama rüyası yitip girmiştir, belki de tarih olmuştur.

Adorno’nun, “Rüya Kitabı”ndaki düşlerin kişinin kendi denetiminde olduğu bir yapının kapısını yeniden aralar.

Rüyalar bireysel gibi görünsel de en geniş halkası toplumsaldır aslında. Savaş, sosyal ortam, bunaltı, salgın, hemen her şey dahildir gördüklerimize. Bu bir derin mesele, bizim meselemiz şiarı içinde karşımıza çıkar.

Malcolm X’in siyah beyaz çatışmasını, siyahların kendi özgürlük alanının genişletmesini isteyen meşhur, “Bir Rüya Gördüm” başlıklı seslenişi vardır mesela.

Bizdeki rüyalar yalnızca kendi hayallerimizle ilgili değil geleceğe dair düşlerimizle de birleşir.

Bunlar eşitlikçi, özgürlükçü, hukukun üstünlüğünün tesis edildiği bir dünyadan geçer.

Bize rüyaları en adil bir biçimde sağlayan ise kuşkusuz sanattır.

Ve onun elinde de bizim insanlığa dair en temel istekleri dayattığımız hayatın reçetesi vardır.

Asıl sorgulamamız gereken ise taleplerimizin neden hep bir rüya olarak kalacağıdır!