Kadir Aydemir Ölüm hepimizi ilgilendirir, şair dostların ölümüyse depderin bir kesiktir… Zaman bizim için de durur ve genişler… Ölüm bir teori değildir, bunu biliriz; ölüm bir taş da değildir, bunu anlarız; ölüm kuzeye giden o ince yoldur şair için, bunu hissederiz… Karşısında susarız ve uzun, boş bakışlarla havayı, boşluğu izleriz; ölüm şairin kelimelerini yutar ve […]

Bir şair nereye gidebilir ki?

Kadir Aydemir

Ölüm hepimizi ilgilendirir, şair dostların ölümüyse depderin bir kesiktir… Zaman bizim için de durur ve genişler… Ölüm bir teori değildir, bunu biliriz; ölüm bir taş da değildir, bunu anlarız; ölüm kuzeye giden o ince yoldur şair için, bunu hissederiz…

Karşısında susarız ve uzun, boş bakışlarla havayı, boşluğu izleriz; ölüm şairin kelimelerini yutar ve emdiği zamanı kusup gider toprağa. Kimdir kalan, kimdir giden, bilinmez; belki dizeler kalır, belki bir şiirin başı ya da sonu, kim bilir?.. Önemi var mı? Kimden geriye ne kalır bilinmez, ama küçük İskender’den geriye aykırı, güçlü, cesur bir şiirin, denenmemiş bir yolun, kimselerin çıkmaya cesaret edemediği bir patikanın kalacağı kesin. Bir sanat insanının, bir dostun, iyi bir okurun yanında, çağdaşlarını ve kendisinden sonra gelen kuşakları derinden etkilemiş güçlü bir şairi de yitirdik ne yazık ki…

küçük İskender’in şiiri üzerine binlerce şey söylenebilir. O aynı zamanda düzyazılar da yazan çok yönlü bir sanatçıydı. Semih Gümüş’ün küçük İskender’le yaptığı bir söyleşide verilen şu yanıt, onun yazma disiplini ve yazınsal-düşünsel üretimine dair birçok ipucunu veriyor bize: “Yazmayı, çok yazmayı bir sanat dalı olarak görmediğimden olsa gerek. Edebiyatı ayrı bir yerde değerlendiriyor akademisyenler. Benim akademik bir algım, pozitivist bir çalışma disiplinim yok. Hayal ettiğimle barışığım ve fizyolojik bir gereksinim şeklinde ilerleyen yazı kurguları üzerine düşünüyorum. ‘Aklıma bir şey geldi’ deriz ya, aklıma sürekli gelen, çöreklenen, baktığım / okuduğum / seyrettiğim bütünden bana uzanan tüm pırıltılar, ışıklar, çağrışımlar ‘yazı’ya dönüşmek için can atıyor.”

İyiyle kötünün, karanlıkla aydınlığın tam ortasında bir yerde cesaret vardır, durup karar verilen bir sınır çizgisi… İskender, poetikasını ilk kitabıyla birlikte kuran, kendi sesini arayıp bulan değil kendi sesiyle doğan özel şairlerden biriydi. Gözlerim Sığmıyor Yüzüme’den bugünlere dek süren büyülü yolculuğunda ruhunu aykırı bir metropol şairi olarak tanımladı. Evet metropoldeydi, ama arka sokakları, şehrin çarpık yaşamını, dipteki acıları, görünmeyeni, dile getirilemeyeni, aşkı, erotizmi, sokağın sesini de mürekkebe bulamasını iyi bildi. O bir İstanbul şairiydi. Dil işçiliğine özellikle önem verdi. Buna çalıştı. Şiiri de dili de hep gençti. Kelimelerle uyudu, onlarla uyandı. Anlatımındaki keskinlik ve sözcük seçimindeki titizlik üzerine, Akif Kurtuluş’la gerçekleştirdiği bir söyleşide şunları söylüyordu: “Sözcükleri önce sözlük anlamlarıyla algılayıp sonra hayata uygulamayı severim. Rüzgâr diyorsam bir şiirde rüzgâr olmalı o. Aklıma rüzgâr geldi diye yazmayı sevmem. Bence iyi ve sevdiğimiz şairlerin hepsi böyle yaptığı için onları sevdik ve seviyoruz. Buna çok dikkat ettim. Biz şairler önemsediğimiz meseleleri anlatırken ister istemez bazı kelimelere sıkışıp kalırız. Aslında şiirin belki de en büyük problemlerinden biri bu. Oysa sözlüğe baktığımızda hiç şiire girmemiş yüzlerce kelime görürüz. Bunlar bana reddedilmiş, aileden dışlanmış, yüzüne bakılmamış kelimeler gibi gelir. Çok eskimediyse onları tekrar kazanmanın yolunu ararım.”

küçük İskender’le 90’lı yılların son çeyreğinde tanışabildim. O yıllarda Kadıköy’de bir grup arkadaşımla birlikte çıkarttığımız şiir dergimiz Başka’yı kendisine iletmek için Beyoğlu’ndaki evine uğramıştım. 19 yaşındaydım sanırım; çekinerek gitmiş ve heyecanla dergiyi uzatmıştım. Evde arkadaşları vardı, küçük İskender oldukça güler yüzlü, sıcacık bir insandı. Dergi fikri ve şiir üzerine keyifli bir sohbete dönüştü merhabamız. Dergiler, yayınevleri, projeler, etkinlikler, fuarlar derken yıllar içinde birçok kez bir araya gelme ve sohbet etme şansımız oldu; hep gülümseyen, vefalı, çok güzel bir kalpti o. Son görüşmemiz İzmir Kitap Fuarı’ndaydı. Yayınevi standımıza her fuarda, her yıl uğrardı, ben de ona okurlarımıza hediye ettiğimiz ağaç-çiçek tohumu paketlerinden verirdim. O esnada stantta kim varsa hep beraber bir hatıra fotoğrafı çekilirdik. “Hani, nerede benim yeni ağaç tohumlarım?” deyip kollarını açarak gelir ve bizlere sıkıca sarılırdı. Şimdi o uzun bir yolculuğa çıktı. Ardından yazı yazmak bile inanın zor geliyor… İnsan ölümü arkadaşlarına-dostlarına yakıştırabilir mi? Hayır, asla…

Gümüşlük Akademisi’nin bahçesinde yumruğunu sıkarak geceye karışan şiirler okumuştu birkaç yıl önce. O, güzel günlere inanan biriydi. “Gücü yetenler şiire iltica etsin. Hele imkânı olanlar tez zamanda. Son sözüm de bu olsun,” diyerek sonsuzluğun ötesine geçiş yaptı. Umudunu asla yitirmedi. Yenilmedi.

Sahi, bir şair nereye gidebilir ki? Onu bekleyen diğer şairlerin yanına elbet… Acılardan büyük yer yok, ama bu kanayan evrene kattığın her şey için sana teşekkür ederiz küçük İskender…

Arkadaş Z. Özger’in kalbimizdeki dizeleri senin de yol arkadaşın olsun: “Biz şimdi gidiyoruz gibi ya dostlar / bir gün döneriz elbet / acısız, adsız…”