Ankara çok uzun zamandır, “kan kokulu” bir şehir artık. 7 Haziran sonrasında patlayan bombalar sonucunda kaybettiklerimizin yasını hâlâ içimizde taşıdığımız. Ankara, karaya oturan gemi artık. Sonbaharda yollardan atkestaneleri topladığım, Yarama tuz bastığım tenha. Kalabalıkta sıkıldığım, bunaldığım bir derin bir mesele. Hacettepe Hastanesi’nde doğduğum, ağzımda deli kuşlar büyüdüğüm, sevdiklerimi toprağa verdiğim… Her gün acımı kanattığım uzun yol. Ankara anlayamadığım bir devlet artık. Başını kuma gömsen bile kaçamadığın. Arkadaşlarımın öldürülen babaları için her yıl düzenlenen mezarlık anmalarında gözlerimden süzülen yaş. Hangi birini sayayım da yanayım? İlhan Erdost’u mu? Zeki Tekiner’i mi? Uğur Mumcu’yu mu? Ahmet Taner Kışlalı’yı mı? Sakin ve onurlu konuşmalarla geçen bir ömür.

Ankara, sokaklarında yetim kalan anılar demeti artık. Tavukçu’da babam, Ahmet Say, Muzaffer Buyrukçu, Vüs’at O. Bener, Tahsin Saraç, Aziz Nesin’in yanında el sallayan çocukluğum. Meyhane pilavının şöhretine kapılıp rakıya başladığım on sekiz yaşım.. Yıldızların yerine sokak lambalarına baktığım pazar günleri. Kavgalardan çok kahkahaları hatırladığım kasvetli zamanlar. Seksen sonrası… Ölümüne dostluğun anlamını yaşayarak öğrenen yoldaşlar.

Herkes gitti. Ankara’da Express Birahanesi’nde dağıldı masalar. Bir süre sonra da birahane el değiştirdi. Böylece duvarda asılı kelebeklere bakan altı yaşım geride kaldı. Kırmızı kadife elbisem çoktan yırtıldı. O büyük ruhla şiirlerini yazan, Osip Mandelştam, Sergey Yesenin, Mayakovski’nin izindeki Ahmet Erhan, Akif Kurtuluş, Adnan Azar’lı günlerin minesi soldu.

Sepya yüzler kaldı Ankara’da artık… Giden, hep giden. Hastanelerin mavi duvarlarının üstümüze saldığı kasvet. Bilge Karasu’yu böyle bir zamanda annemle ziyarete gidişim. Onun ince uzun parmaklarını son kez görüşüm. Bir yarım gülüş kaldı bende. Ne zaman sokakta bir kedi görsem, acaba Bilge Amca’nın kedilerinden biri midir, diye bakındığım. Geçen otuzlu yaşlarımın neşeli ilk yarısı bu şehir. Yaz akşamları sabaha karşı söylenen Ege türküleri.

Oysa yazıya tahammülün azaldığı, okuyan insanlara düşmanlığın katlandığı, düşünce üretenlerin adeta linç edilmeye çalışıldığı berbat bir dönemden geçiyoruz. Oğuz Atay, “Oyunlarla Yaşayanlar” metninde, Coşkun Ermiş’in ağzından, “Ey sevgili milletim? Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Sen neden geri kalıyorsun diye düşünmekten, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hâli ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz.” tiradına bile ironiyle yaklaşamıyoruz. İnce alayı yitirdik çoktan. Acı! Büyük bir acı var şimdilerde.

Oysa bugünün huzursuzluğundan kaçmak adına eskiye sığınmak küçük hazlar verir. Gelecekten, hatta şimdiden korkmak daha masum dönemlere yönlendirir bizleri. Geriye tutunulacak tek dal, “bir zamanlar” deyişi kalır kimi zaman. Smokinli,viskili, purolu adamların süzdüğü pırıltılı, görkemli, ince cigaralı kadınlar, imkânsız tesadüfler, güzel müziklerle bezeli danslar, büyük aşklar, ille de mutlu sonlar iyileştiricidir. Öte yandan geçmiş her zaman keyifle yâd edilecek bir alan değildir. Yitip giden insanların yerlerini dolduramıyorsanız büyük bir boşluk kalır geriye. Ölüm kusursuzdur. Yalnızca bedenin yok oluşu değildir yaşanan. Kişinin o ana kadar biriktirdiği deneyim, birikim, duygu ve düşünce de toprak altına gider. Bu nedenle de telafisi imkânsız bir organ yok olur: Zihin!

Öte yandan yaratıları yüzünden bu kadar eziyet çekmiş bir kuşağın ardından gülümseyerek bakamayız geçmişe. Hele bugün onların izinde gidenlerin yaşadığı onca sıkıntı varken. Edebiyata bağlananlar ıstırapla kıvranırken. Sözün anlamını yitirdiği bir evrende hâlâ sözle üretimde bulunmaya çabalarken… Söze ölümüne inanırken…

Belki günün birinde bahar gelir memleketime. Böyle bir salgın hastalık döneminde Ankara’daki evimden dışarı bakarken öyle çaresiz düşünmem ben de bunları.