Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Evlerin ışıkları sönmüş, sokaklar tenha, gündüz şiddetli bir gürültüye yol açan koca şehir şimdi suskun. Bu saatler hem kendimi hem de yaşamı sorguladığım anlar. Ama bunun için mutlak-a- yalnızlık ve sessizlik gerekiyor. Hâlâ anlayamadığım, anlamlandıramadığım o kadar çok şey var ki… Bunları günlük koşturmaca içerisinde düşünmeye pek vakit olmuyor. Ama herkes uyuduktan, dış uyaranlar en aza indikten sonra düşün düşünebildiğin kadar. “Şeytan ayrıntıda gizlidir” derler. Gerçekten de doğru bir söz. Benim hayata bakışım sonuç odaklı değil. Gençken futbol oynarken de galibiyetten ziyade iyi futbol oynamamız önemliydi. Konserlerimiz de de kalabalıklar değil müzik dinleyen insanlar, kazandığımız para değil nasıl çaldığımız mühim olan.

Gelecekle ilgili planlarım da bir ev ya da araba almak, daha fit olmak değil nasıl daha güzel şarkılar yazabilirim, nasıl daha yetkin bir müzisyen olabilirim, bunun üzerine kurulu. Bunun için çoğunluğun ilgilendiği konular beni pek ilgilendirmiyor.

PATRONUMUZ DİNLEYİCİ

Müzisyenlerle de samimi, ortak bir dil oluşturmakta zorluk çekiyorum. Kendi söz ve müziğini yazanlarla iletişim kurmam daha kolay oluyor. Zira üretim sürecinde benzer sıkıntıları, durumları yaşamamız kaçınılmaz. Defalarca yazıp sildiğimiz sözler, bir melodi üzerine oturtmaya çalıştığımız akorlar, ezgi üzerindeki denemeler saymakla bitmez. Ama şarkı bittikten sonra onu ilk kez dinliyor olmanın kıvancı. Bir şarkı daha yapabilmenin huzuru. Ve de hemen ardından gelen acaba yine yeni şarkı yazabilecek miyim sorusu, bunun tedirginliği. Zaman zaman soruyorum kendime, bunca zorluğa rağmen ikinci kez dünyaya gelmiş olsaydım yine bu yolu mu seçerdim. Kesinlikle evet. Bir defa özgürsünüz. Belli bir çalışma saatiniz yok. En güzeli de bir işvereniniz yok. İstemediğiniz yerde-istemediğiniz şarkıyı- çalmazsınız, istemediğiniz yapımcıyla çalışmazsınız. Eğer bir patrondan söz edeceksek o sadece ve sadece dinleyiciler, izleyiciler. Onlara karşı sorumluyuz hepimiz.

Ne valilere, ne belediye başkanlarına, ne de ülkeyi yönetenlere şirin görünmek gibi bir derdimiz yok. Biz bu işi -yolu- özgür olmak için seçtik. Gittiğimiz her yerde söyleyeceğimiz şarkılara, aradaki ufak konuşmalara biz karar veririz. Verdiğiniz ücret sadece konser süresini değil bu günlere gelebilmek için emek verdiğimiz onlarca yılın çabasını da içerir. Bu gözle bakarsanız yaptığımız işin parayla ölçülemeyecek kadar değerli olduğunu da anlarsınız. Bu son satırları niye yazdım biliyor musunuz? Moğollar’ın Edirne’de başına gelenler yüzünden. Sevgili Murat Meriç de o gün konserde ve sonrasında kuliste olduğu için bire bir yaşamış ve yazmış yaşadıklarını.

BİZ MOĞOLLAR’IZ

Okulun öğrencileri arasında yapılan anketlerde en çok sevilen müzik gruplarından biri oldukları için TED Edirne Koleji’nin daveti üzerine Edirne’ye gidiyor Moğollar. Öncesinde verilen yemekte okulun kurucusu Nesim İba, konsere vali, tugay komutanı ve eski başbakan yardımcısının da katılacağını söyleyip, “bunu bilin” diyerek söyleyecekleri şarkılarla ilgili uyarıda bulunuyor. Cahit Berkay da veriyor tabii ki cevabını: “Biz Moğollar’ız. Bizim bir repertuvarımız var, her yerde oradaki şarkıları söylüyoruz. Burada da bir şey değişmeyecek.” Konserde de bütün klasikleşmiş şarkılarını söylüyorlar. Sıra Namus Belası’na gelince de grubun solisti Emrah Karaca her zaman yaptığı gibi- ve de grubun ortak görüşü zaten- “İstanbul sözleşmesi yaşatır” diyerek şarkıya giriyor ve bütün salon hep birlikte bu şarkıyı söylüyor. Konserin sonunda ise okulun kurucusu kulise gelip okulda siyaset yaptıklarını söyleyerek ileri geri konuşuyor. Bir eğitim kurumunun başında olan insanın yaptıklarına bakın. O konserde mutlu olması gereken devlet erkânı değil, öğrencilerinizdir. En azından bunu bir düşünseydiniz… Hadi sıradaki şarkıyı hep beraber söyleyelim: “Bir şey yapmalı. Hey. Bir şey yapmalı…”