Bir şeyi yasaklıyorsanız ondan korkuyorsunuzdur

ALPER BAHÇEKAPILI- @abahcekapili

Stüdyosundan Londra’nın merkezine doğru yolu çıktığı esnada telefonla konuşmaya başlıyoruz Jools Holland’la. BBC2’nin efsanevi müzik programı Later… with Jools Holland’ın yaratıcısı, İngiliz piyanist Jools Holland bu ilk İstanbul konseri öncesinde heyecanlı olduğu söylüyor. Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde bu gece gerçekleşecek konserini, 20 kişilik orkestrasının da, onlarla birlikte sahne alacak Marc Almond’un da büyük bir merakla beklediğinden bahsediyor. Matraş sponsorluğundaki konseri öncesinde Jools Holland ile George Harrison, David Gilmour, Tom Jones gibi efsanelere dokunan o muazzam kariyerini konuştuk.

Televizyon şovunuz Later… with Jools Holland, dile kolay 23 senedir yayında. Programınızın BBC gibi saygın bir yayın kuruluşunda bu kadar uzun süre varlığını sürdürebilmesinin sebebi sizce nedir?

Her şeyin önüne müziği koyuyoruz. Müzik benim ve diğer şeylerin çok daha önünde. Programımız müziğin ve müzisyenlerin hizmetkârı haline geldi. Bence bu yüzden bunca yıldır ayakta kalabildik. Bunun yanı sıra programımızda her türden müziğe yer verilmesi de kalıcı olmamızın sebeplerinden biri. Caz efsaneleri de, kariyerine yeni başlamış bir dünya müziği sanatçısı da bizim programımızda kendine yer bulabiliyor.

Later… with Jools Holland’da ağırlamak isteyip bunu başaramadığınız bir müzisyen oldu mu hiç?

Eğer John Lennon ve Louis Armstrong’u ağırlayabilseydik muhteşem olurdu. Ama yaşayan isimler arasında sanırım arzu ettiğimiz herkesi sahneye çıkarttık. Konuklarımızın büyük bir çoğunluğunun da benim hayranlık duyduğum efsaneler olduğu düşünülürse, bu konuda oldukça şanslı olduğumuzu söyleyebilirim.

Programınızda yer alanlar arasında sizi en çok etkileyen konuk kimdi?

Buna cevap vermek kolay değil. Birisine en sevdiği çocuğunu sormakla aynı şey bu aslında. Cevap verdiğinde diğerlerini kıskandırırsın. Ama sanırım B.B. King’i konuk olarak görmek muazzamdı. B.B. King geldiğinde benim grubum da sahnedeydi ve hepsi ayağa kalkıp onu alkışlamaya başlamıştı. Amy Winehouse’la birlikte durabilmek de çok özeldi. Programa geldiğinde onunla birlikte müzik de icra etmiştik. Bu benim için unutulmazdı.

Müzisyenlik ve sunuculukla geçirdiğiniz bunca yılın ardından kendinizi daha çok hangisi olarak görüyorsunuz? Kameranın önünde mi yoksa sahnede mi daha mutlu hissediyorsunuz?

Kameranın önünde konuşurken, düşünüyorsunuz. Çalarken ise hissediyorsunuz. Bence konuşmak yerine müzik yapmakla kendinizi daha iyi ifade edebilirsiniz. Ama ben ikisini de yapmaktan mutluyum. Son yirmi yıldır televizyon programı yapıyorum. Bir yandan da albüm kaydedip turnelere çıkıyorum. Sanırım yıllar içinde tüm bu duygular birleşti. Kendimin ya da bir başkasının müziğini icra etmem de, müzik yapan birisini kameralara takdim etmem de aynı muhteşem şeye; müziğe bağlanıyor. Müzik dünyasında ne kadar yer alırsanız içinde o kadar kalmak istiyorsunuz. Burada geçirdiğiniz süre boyunca bir yandan her şey daha belirgin gelmeye başlarken, bir yandan da gizemini korumaya devam ediyor.

Televizyonla aranız nasıl? Takip ettiğiniz şovlar ya da diziler var mı?

Şu sıralar turnede olduğumuz için pek fazla izlemiyorum. 1920’lerde, İngiltere’de geçen gangster dizisi Peaky Blinders’ı seviyorum. Wolf Hall isimli bir başka dizi de var. Onu da çok tuttum. Ama işin doğrusu geceleri genellikle çalışıyor oluyorum ve televizyona pek vaktim olmuyor. Eğer yorgunsam izliyorum.

Müzik kariyerinize geçecek olursak; albümleriniz arasında tekrar tekrar dönüp dinlediğiniz bir tanesi var mı?

Geçtiğimiz günlerde Ruby Turner’ın da yer aldığı –ki kendisi İstanbul’da da bizimle sahnede olacak- albümümüz The Informer’ı dinliyordum. Tekrardan hatırlayınca çok sevdim. O albümde tuhaf bir şey var ve benzersiz bir tona sahip. Sanırım en özel albümlerimden birisi o.

Birlikte çalışabilme fırsatı bulduğunuz sayısız müzisyen var. George Harrison’dan tutun da Tom Jones’a kadar uzanıyor bu isimler. Sizin için en özel olanı hangisi?

Tom Jones harika bir müzisyen. Onunla tüm bir albümü kaydettik. Kaydettiğimiz şarkılardan birisi de Glory Of Love’du. Şarkıyı Hugh Laurie’nin dizisi House’un final bölümünün son sahnesinde kullanmışlardı. Sadece vokal ve piyanodan oluşan ama içinde her şeyi barındıran bir şarkıydı. O şarkıyı kaydettiğimiz için çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. Müzikte vokalin ya da enstrümanın sanatçının kişiliğinin bir uzantısı olarak görünmesi gerekir. Sanırım o şarkıyla bunu başarmıştık.

Tüm o dijitalleşmeyi düşündüğünüzde, günümüz müzik dünyasıyla ilgili nasıl hissediyorsunuz?

Ben müziğe başladığım yıllarda elimize bir albüm geçtiğinde onu aylarca dinlerdik. Şimdiyse herkes, tarih boyunca kaydedilmiş tüm albümleri cep telefonunda taşıyor. Parmaklarının ucunda. Bu güzel. Ama çok fazla bilgiye erişiminiz olması, bu bilgiyi kavradığınız anlamına da gelmiyor. Seçeneklerin fazlalığı yüzünden insanların kafası karışabiliyor. Teknoloji sayesinde alışkanlıklarımızın değiştiği doğru. Ama değişmeyecek olan şeyler de var. İnsan ruhu mesela. Müzik yaparken yakaladığınız, kayıt altına aldığınız şey de bu. O değişmeyecek.

Müzisyenlerin dijital müzik servisleri üzerinden hak ettiği geliri elde edemediğine dair yapılan tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sadece müzik için değil, insanları yaptıkları her iş için para kazanmalılar. Bunu sonuna kadar destekliyorum. Diğer taraftan, teknoloji insanlarda diledikleri bilgiye ya da içeriğe bedava ulaşabilecekleri algısını yaratıyor. Ama ben en nihayetinde müziğin kendisinin, ticaretinin bayağılığını alt edeceğine inanıyorum.

Müziğin her alanında faaliyet gösteren birisi olarak, genç müzisyenlere neler önerirsiniz?

Sevdiğiniz müziği icra etmelisiniz. İcra ettiğiniz müziği sevmelisiniz. Müziğinizi icra ettiğiniz insanları da sevmelisiniz. O zaman bir şansınız olur. Bazı insanlar müziğin onları ünlü yapacağını zannediyorlar. Ama müzik yapan insanların yüzde 99’u ünlü olmuyor. Dolayısıyla yaptığınız müziği sevip, ünlü olmayı kafaya takmazsanız başarılı olabilirsiniz. Bunun yanı sıra, müziği bir kariyer olarak da görmemek gerektiğine inanıyorum. Bence müziği bir keyif aracı olarak görmek gerekli.

Türk müziğine ne kadar hakimsiniz? Programınızda sahne alan bir Türk müzisyen oldu mu?

Kontrol etmem gerekiyor ama büyük ihtimalle bir Türk müzisyen davet etmedik. Ahmet Ertegün geldi ama elbette o müzisyen değildi. Türk müziği hakkında eğitilmem gerekiyor. Çok fazla bilgim yok maalesef. Gittiğim ülkelerde pop ve folk müziği aynı anda dinlemeye başlarım ve ikisinin ortasında harika şeyler keşfederim. Eminim ki Türkiye’de de harika şeyler keşfedeceğim ama sadece biraz vakit geçirmem gerekiyor. Müzikle ilgili en güzel şey bu; size yüzünüzü gösterecek, henüz keşfetmediğiniz harika sanatçılar her zaman mevcut.

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin gündem maddelerinden biri 30 yıllık topluluk Grup Yorum’un yasaklanan konserleriydi. Hiç zannetmiyorum ama sizin bir konserinizin ya da şarkınızın yasaklandığı oldu mu?

Sanırım hayır. Sanatçıların başkalarının duymak istemeyeceğini şeyleri söyleyebilme hakkı olması gerektiğine inanıyorum. Bir müzisyeni, yazarı ya da yönetmeni yasaklamanın, söylemeye çalıştıkları şeyi daha da doğru ve güçlü yaptığını düşünüyorum. Bir şeyi yasaklıyorsanız bu ondan korktuğunuz anlamına gelir.

Dışarıdan baktığınızda, Türkiye’yi fikir özgürlüğü açısından nasıl görüyorsunuz?

Bu konuda yorum yapabilecek kadar bilgi sahibi değilim aslında. Ama Gezi döneminde olanları görmek çok üzücüydü. Orada arkadaşlarım da var ve birçokları için bu çok zorlu bir süreçti. Türkiye bir yandan modern bir yandan da geleneklerine bağlı bir ülke. Bu ikisinin birlikte bulunabildiği nadir yerlerden biri. Ancak bu benzersiz yapının fikir ayrılıkları yüzünden yıkıldığını görmek üzücü.

Bugünlerde neler dinliyorsunuz?

Sıklıkla kendi müziğimi dinliyorum. “Bunu yapmıyorum” diyen müzisyen yalan söylüyordur. Çünkü ne yaptığınızı anlamak için kendi müziğinizi dinlemeniz gerekiyor. Bunun dışında son zamanlarda Lianne La Havas ve Mahalia Jackson dinliyorum. Fats Domino’yu da bugünlerde çok dinliyorum.

Son olarak, eğer bir süper grup kurabilecek olsaydınız kimlerden oluşurdu?

John Lennon, Patti Smith ve Amy Winehouse vokallerde olurdu. Gene Krupa davullarda, Louis Armstrong trompetlerde, Charles Mingus da basta olurdu. Bach ve Mozart da yaylılar için çalışırdı. Sanırım harika bir grubumuz oldu. Ya da o kadar çok kavga ederlerdi ki, müzikleri inanılmaz kötü olurdu!