Krzysztof Kieslowski’nin ‘Veronique’in İkili Yaşamı’ filmi yirmi beş yılın ardından Türkiye’de ilk kez vizyona giriyor. Bu başyapıt, unuttuğumuz bazı şeyleri bize hatırlatabilir

Bir sinemaseverin ikili yaşamı

Vizyona giren filmlerle ilgili tek derdimiz iyi olup olmadığına, beğenip beğenmediğimize dair bir yargıya ulaşmak, kanaatimizi oluşturmak. Hal böyle olunca filmler sadece Imdb puanlarından, Rotten Tomatoes skorlarından ibaret rakamlara dönüşüyorlar. Derinlemesine analizler in yerini bu rakamlar alıyor. Vizyona giren bir filme dair vaktimizi ayırıp, izleyip izlemeyeceğimize ya da tavsiye edip etmeyeceğimize karar vermek ulaşılmak istenen nihai sonuç. Sinema kültürü günden güne “beğendim, mutlaka izle” ya da “beğenmedim, zaman kaybı” gibi iki sığ kategorinin altına filmleri tasnif etmekten ibaret olmaya başladı. Bir filmin beklentileri karşılayıp karşılamadığını ölçmek ve döneminin geçerli normlarına göre “iyi” olup olmadığına karar vermek, filmlerle kurduğumuz tek ilişki modeli haline geldi.

Kariyeri başyapıtlarla dolu yönetmenleri biraz formdan düşünce yerin dibine sokmamız da buradan kaynaklı olsa gerek. Sanki “kötü” bir film de çekseler, bu filmi yönetmenin külliyatının içerisine yerleştirerek düşünmemiz, ele aldığı temalar ve biçimsel tercihleri derinlemesine incelememiz mümkün değilmiş gibi. “İyi” filmlerle de, onların fikirlerini derinlemesine ele aldığımız bir ilişkimiz yok. Ne kadar iyi olduklarını ifade ederken daha heyecanlı sıfatlar seçiyoruz, o kadar. Eğer bir filmi iki sığ kategoriden birine yerleştirip hükmünü verdiysek, onun üzerine bir daha düşünmeyi ve kafa yormayı gereksiz buluyoruz.

bir-sinemaseverin-ikili-yasami-172446-1.

Halbuki bundan çok da uzak olmayan bir geçmişte, filmleri birer film mahkemesi gibi değerlendirmiyorduk. Filmleri ele alırken yegane amacımız sadece birer kelimelik değerlendirmelerde bulunmak değildi. Filmi beğensek de beğenmesek de masaya yatırır, yönetmenin tercihleri ve ele aldığı temalar üzerine tartışırdık. Film analizi yapmak veya fikir yazıları yazmak, filmin neden kötü ya da iyi olduğunu ispatlamak için kullandığımız bir araç değildi; filmin meramını anlamak, meselelerini tartışmak ve de sıklıkla yönetmenin diğer çalışmalarıyla bütünleştirmek için yapılan bir keşfediş süreciydi. Yazılar filmi beğenip beğenmediğimize dair birer manifesto değil, yeni soru işaretleri yaratan birer fikir egzersizleriydi.

Perdede bir başyapıt izlemenin keyfi
“Rasyonaliteye fazla inanarak, çağdaşlarımız bir şeyler kaybetti” der Kieslowski. Makineleşen, dijitalleşen ve insan ruhuna dair bir şeylerin yitip gittiği bir toplumda elbette ki sinemayla olan ilişkimize dair de bir şeyler kaybettik. Bu kaybediş, filmlerle kurduğumuz ilişkinin manevi ve duyusal yönünde oldukça belirgin. Filmleri sadece birer rakama dönüştürmek istedikçe de bunu kaybetmeye devam edeceğiz. Neyse ki, klasiklerin gücü bazen buna engel olabiliyor.

Yurtdışında, klasikleri gösteren sinemaların, sinemateklerin varlığı sığlaşan sinema kültürünün içinde bir kurtarıcı işlevi görüyor. Klasikler sayesinde genç sinemaseverler sinemanın büyüsüne tanık oluyor; yönetmenlere auteur gibi yaklaşmayı; filmografiler, akımlar üzerine düşünmeyi öğreniyorlar. Yurtdışındaki pek çok ülkenin aksine, eski klasiklerin yenilenmiş kopyalarıyla gösterime girmesi bu topraklarda nadir yaşanan bir şey. Kieslowski’nin filmografisinin en önemli halkalarından olan ‘Veronique’in İkili Yaşamı’nın (La Double Vie de Véronique) Başka Sinema programında bugün itibariyle vizyonda olması, tam da bu çerçevede çok önemli. ‘Veronique’in İkili Yaşamı’ Türkiye’deki pek çok sinemasever için rakamlara indirgenerek değerlendirilemeyecek, felsefi ve metafizik derinliği olan bir film (görsel ve işitsel anlamdaki kusursuzluğu da cabası). Böylelikle nihayet uzun süredir vizyona giren bir filmi, rakamlara veya kalıplara indirgeyerek konuşmayacağız ve belki de kaybettiğimiz bir şeyleri hatırlayacağız. Altyazı dergisinin Temmuz-Ağustos sayısındaki kapsamlı dosyası, sinema bloglarında karşımıza çıkan ve sosyal medyada dolaşımdaki Kieslowski yazıları ve filmin çözümlemeleri şimdiden etrafımızı sarmış durumda. “Kötü” ya da “iyi” demekten başka şeyler olduğunu hatırlamaya başlıyoruz.

İki farklı sinemasever varmış iki farklı ülkede. Birinin vizyona giren filmleri puanlayıp, tek kelimelik hükmüne karar vermek dışında bir amacı yok. Diğer sinemasever izlediği filmin üzerine tartışmayı, kafasındaki soru işaretlerini gidermek için yönetmenin önceki filmlerini açıp tekrar izlemeyi seviyor. Bu iki sinemasever de hepimizin içinde var. 25 yıllık bir başyapıtı perdede izleyerek, ikincisinin varlığını hatırlamanın tam vakti.