Özetle, gazetecilik uğraşının önce gazetecilik işine sonra gazetecilik mesleğine dönüşümünün ortaya çıkardığı kavramlar, uygulamalar, gelenekler ve kabuller günümüzde görülen “yeniden proleterleştirme” süreciyle birlikte düşünülmeli, tartışmaların başına bu gerçeklik konmalı.

Bir sınıf meselesi olarak medyayı yeniden düşünmek
Fotoğraf: DepoPhotos

Gökhan Bulut

İşçi sınıfı ve medya ilişkisi üzerine iki başlıkla düşünebiliriz. İlki, bir kurum olarak medya ve medyada işçi sınıfının nasıl yer bulduğu, ikincisi de ücretli çalışanlar olarak gazetecilerin sınıfsal karakteri. İlki üzerine oldukça geniş bir “temsil” literatürü var. Öte yandan, temsil çalışmalarının öncelikli olarak işçi sınıfını değil medyayı anlamaya odaklandığı söylenebilir. Dolayısıyla işçi sınıfının medyayla ilişkisinin odağına sınıfın kolektif karakterini koymak, bu karakterin oluşumunda medyanın işlevlerine değinmek önem kazanıyor. İkinci başlıkta yer alan gazetecilerin sınıfsal karakteri hakkında da öncü çalışmalar olmakla birlikte bu başlık henüz gereği kadar ele alınıyor sayılmaz. Bu yazı her iki başlığa ilişkin bazı noktaları vurgulamayı amaçlıyor.


Kolektivite ve işçi sınıfı-medya ilişkisi

İşçi sınıfından ve işçi sınıfı düşüncesinden de söz ettiğimizde çok sayıda işçiden de çok sayıda işçinin herhangi bir fikre sahip olmasından da bahsetmiyoruz. Sınıf, aynı koşullara sahip insanların mensup olduğu bir yapı değildir. İşçi sınıfı asıl olarak kolektivite yönelimli bir hareketi, işçilerin duygu yapılarında da beliren bir karşıtlık düşüncesini ve bu düşüncenin görünür biçimlerle ifadesini işaret eder. Çalışmayı yalnızca işleme süreci, işçileri de yalnızca üretim faktörü olmaktan çıkaran şey, kolektif bir benlik ifadesi olarak, sınıftır. Sınıf, “kendinde” veya “kendi için” fazlarıyla gözlemleyebileceğimiz bir nesne değil “mücadelede” görünür olan bir çelişki deneyimidir. Anlamı kaybolmuş ortalama bireysel yaşantıları yeniden anlamlandırılan ortak kolektif deneyimler haline getiren de sınıf mücadelesi sürecidir. Sınıf mücadelesi de yalnızca (grev, direniş vb.) görünür parlama anlarından değil asıl olarak kendi halinde hareketsiz akıp gidiyor gibi görülen zamanlarda yaşanır. İşçi sınıfının tarihsel oluşumunu gündelik olanın içinde sürekli olarak yeniden ve yeniden üretildiği, çözüldüğü ve yeniden kurulduğu bir ilişkisellik olarak görmek gerekir. Toplumsal ilişkiler sınıfsal güzergahlarla deneyimlenir ve bu anlamda işçi sınıfı, çalışanların mensup olduğu veya yöneldiği bir kimlik değil toplumsal bir deneyimdir. Medya, işte bu toplumsal deneyimde üçlü bir işlev görür. Bir taraftan sınıfsal olan toplumsal deneyimin bilgisini üretir ve yayar bir yandan gerçek deneyimlerin gerçek bilgisine (bu bilgiyi pekiştirerek veya manipüle ederek) eklemlenir diğer yandan da “işçi” hakkındaki popüler bilgiyi üretir. Bu yolla kendisi bir deneyim karakteri kazanır, bizatihi bir toplumsal deneyim haline gelir ve sınıfsal deneyimin bir parçası olur. İşçilerin kendileri (ve içinde bulundukları koşulların bilgisi) hakkındaki düşüncelerinin (en önemli kaynağı olsa da) tek kaynağı kendi deneyimleri değildir. Başka işçilerin deneyimlerini öğrendikçe ve farklı deneyimler arasındaki ortaklığı keşfettikçe sınıfa özgü dayanışmacı formların ortaya çıktığı görülür. Ortaklıklar hakkındaki bilginin çoğalması ve kolektif benliğin yoğunlaşması sınıf mücadelelerinin belirginleşmesini de beraberinde getirir. Medyanın yukarıda söz edilen işlevlerinin önemi bu noktada artar. İşçi yaşantılarındaki gelişmelerden hangilerinin haber değeri taşıdığı ve bu gelişmelerin haberlerde işleniş biçimi, genelleşmiş kamusal bilgiye nasıl bir işçi karakterinin taşındığını belirler. Bu işçi karakteri hakkındaki bilgi gerçek işçilerin gerçek deneyimlerinin bilgisine karışır. Böylece işçinin kendi hakkında ürettiği bilgi medyadan edindiği bilgiyle dolayımlanır. Medyanın işçi sınıfının kolektif benliğine bu çoklu etkisi onu sınıf mücadelesinin konusu haline de getirir.

Burada karamsar hatta kötümser bir yorum ortaya çıkabilir. Orta sınıf küçük burjuva aydını, medyanın sahiplik yapısına ve içeriğine bakarak, iki sonuç çıkarmaya meyillidir. İlkin, eğitim düzeyi düşük işçilerin kolayca manipüle edilebileceği medya tümüyle kaybedilmiş ve terk edilmesi gereken bir alandır. İkinci olarak da bu medya karşısında alternatif medya kanallarının açılması, işlenmesi ve desteklenmesi gerekir. Hegemonya mücadeleleri çerçevesine yerleştirilmeye çalışılan bu değerlendirme, bu çerçevenin dayandığı Marksist analize de aykırı biçimde medyayı bir “aygıt”a işçileri de birer “taşıyıcı”ya indirger. Böylece aslında kökünde “ortaklık” bulunan “iletişim (communication)” sözcüğünün “kitle medyası” (mass media) haline dönüşmesinde görülen halka dönük cansızlaştırma/tektipleştirme ve niteliksizleştirmeyi tersinden yeniden üretir.

İş olarak gazetecilik işçi olarak gazeteci

İş olarak gazetecilik, gazetecilik çalışmasının profesyonelleşmiş olduğunu ifade eder. Böylece gazetecilik toplumsal iş bölümü içinde belli formlara kavuşur. Profesyonelleşmiş her işte olduğu gibi gazetecilikte de meslekleşme süreci başlar, ardından meslek ilke ve kuralları oluşur.

Profesyonelleşme, gazeteciğe aynı anda birkaç özellik getirir. İlki, çalışmanın “ücretli iş”, çalışanın da “işçi” haline gelmesidir. Gazetecilik, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında siyasal ve/veya sosyal çalışmanın bir parçası olarak üretilen bir “ikincil uğraş” olmaktan çıkarak “asli iş” haline gelir. Asli iş olma, zanaat(kar) konumunun yitirilmesiyle ortaya çıkan ücretli emek konumunun (proleterleşmenin) getirdiği bir özelliktir. Böylece gazetecilik diye bir meslek oluşmaya başlamıştır. Tam burada, gazetecilik mesleği neredeyse muhabirlik faaliyetine indirgenir, muhabirlik faaliyeti gazetecilikte baskın hale gelir.

Ücretli emek olmak, aynı zamanda çalışma hayatının/endüstriyel ilişkilerin içinde (ve karşıtlıkların bir tarafında) olmak anlamına gelmektedir. Böylece aslında gazetecilik meslek kurallarının içine kapitalizmin çalışma hayatıyla ilgili kuralları ve sorumlulukları da dahil olacaktır. Ücretli emek olarak gazetecinin gerçekleri kamuoyuna duyurma sorumluluğu (ve hakkı), işverene karşı sorumluluklarla iç içe geçer. Editöryal sürecin içine işverene karşı sorumluluk da dahil olur ve işverenin yayın politikası tercihleri de editöryal süreçte belirleyici hale gelir.

Ücretli emek oluşuyla birlikte gazeteci(lik) belirgin bir sınıfsal konuma da sahip –ve zamanla bu konuma ait- olmaya başlar. Öncesinde, gazetecilik için “sınıf”, yayın içeriklerinin ideolojik dayanakları, politik tercihler ve haber değerlerinin belirlenmesi ile ilgili bir yayın politikası konusuyken artık gazetecilerin işçileşmeleri ve sınıfsal konumları ile de ilgili hale gelir. Bu esnada gazete içerikleri sınıf dışılaştıkça çalışanlar sınıf içi olmaya başlar.
Gazeteciliğin ve gazetecinin tanımını oluşturan bu gelişmeler 19. yüzyıl boyunca görülür ve böylece profesyonelleşme ve etik ilkeler ortaya çıkar. Bu dönem gazetecilikte ilk proleterleştirme dönemi olarak görülebilir. Günümüzde ise bir “yeniden proleterleştirme” dalgası yaşanıyor. Dolayısıyla bir öncekinin çalışma biçimleri, değerleri, gelenekleri, kavramları erozyona uğruyor ve dönüşüyor. Yerlerine de zamanla, bozularak, dönüşerek, terk edilerek, tekrar çağrılarak, yenisi bulunarak, başka biçimler ve değerler konuyor.

Özetle, gazetecilik uğraşının önce gazetecilik işine sonra gazetecilik mesleğine dönüşümünün ortaya çıkardığı kavramlar, uygulamalar, gelenekler ve kabuller günümüzde görülen “yeniden proleterleştirme” süreciyle birlikte düşünülmeli, tartışmaların başına bu gerçeklik konmalı. Uzun yıllardır oluşmuş olan birikim ve kazanımlar da bir çırpıda “eskide kaldı” denilerek küçümsenmemeli. Burada basitçe bir “değerler” çatışması değil sınıfsal çatışmalar yaşanmaktadır. Değerler de değerler hakkında yürütülen tartışmalar da sınıfsaldır.

Sonuç olarak işçi sınıfı-medya ilişkisi üzerine düşünürken medyanın sınıf mücadelesinin hem aracı hem de bizatihi alanı olduğunu akılda tutmak önemli. Medya hakkındaki mücadeleyi politikleştirmek ve bu mücadelenin sınıfsal karakterini açığa çıkarmak ancak böyle bir yaklaşımla mümkün olabilir.