Kaderinin çile çekmek olduğuna inanan kişiyi bu kadere ikna etmenin yolu çileyi kutsamaktır

Bir sosyodise söylemi olarak çileye alışık milletimiz

İLKER KÜÇÜKPARLAK*

İnsanların -hem de kitleler halinde- eziyete, kötü muameleye, yaralanmaya, korkutulmaya, açlığa, sefalete ve elbette üşümeye nasıl olup da razı gelebildikleri ilgi çekici değil mi? Elbette tümü razı gelmiyor ama rıza göstermeye yönelik bazı dinamikler de var gibi görünüyor.

Aslında bu soru biraz da din felsefesine bakmamıza neden olacak. Tanrı’nın kötülüğü neden yarattığı çok önceden beri akılları kurcalayan bir soru. İnsanlar neden mutsuz? Kötülük niye var? Çocuk tecavüzcülerini, seri katilleri ve diktatörleri yaratan Tanrı mutlak biçimde iyi değil mi? Hızlıca rahatlama arıyorsanız yanıt elinizin altında: “Şeytan’a uymuşlardır.” İnsanı yönlendiren doğa üstü güçleri mutlak iyi ve mutlak kötü olmak üzere bölüp, bunları Tanrı ve Şeytan’a atfederek o anda huzur bulmak mümkün. Oysa sorgulamaya devam eden bir zihin şu soruyla karşılaşacak: Tanrı’nın Şeytan’ı yaratması nasıl açıklanır?

Alman matematikçi ve filozof Gottfried Leibniz bu soruyu “Teodise” kavramını üreterek yanıtlama girişiminde bulunmuş. Sözcük Yunanca Thedos (Tanrı) ve Dike (Savunma) sözcüklerinin bileşiminden oluşmakta. Liebniz’e göre dünya mümkün olanın en iyisi biçiminde yaratılmış olmalıydı çünkü kadir-i mutlak olan Tanrı’nın daha iyisini yaratamıyor olması olanaksızdı. Kötülük vardı çünkü başka türlü özgür (cüz-i) iradeden bahsetmek mümkün olmayacaktı. Yani kötülük insanın doğası gereği olmak zorundaydı.

Kavram daha sonra sosyolog Max Weber tarafından farklı bir boyuta taşınacaktı. Teodise din felsefesinin konusu olmaktan çok sosyolojik bir olguydu. İnsan yaşamın farklı boyutlarını anlamlandırmakta zorlandığı için böyle düşünmeye meyilliydi. Örneğin yoksulluk teodisesi varsıllığın ve diğer imtiyaz alametlerinin şeytanın işaretleri olduğunu, varsıllık teodisesi ise varsıllığın tanrısal bir kutsanmanın sonucu olduğunu öne sürmekteydi. Böylelikle teodiseler de sınıfsal olarak paylaşılmışlardı.

20. yy’a geldiğimizde ise Bourdieu bayrağı sosyodise kavramı ile taşıyacaktı. Malum, artık sekülerleşen bir dünyanın çilesini metafizik kavramlarla açıklamaya çalışmak çok da olanaklı değildi. Bu durumda özellikle sosyal bilimler devreye girmeliydi, teo’nun yerini sosyo almalıydı. Örneğin maskülen sosyodise diskuru için psikologlar erkeğin kadına göre çok eşli davranmasının doğası gereği olduğunu açıklayacaklardı. Neoliberal sosyodise diskuru ise “bazı insanların doğalarının varsıl olmaya elverişli olmayışı” argümanı ile üretilecekti. Bu sosyodise özgün bir dil yapısı ile dünyanın sembolik olarak yeniden yapılandırılmasına dayanıyordu. Binlerce kişinin işten çıkarılması “sosyal plan”, temel ihtiyaç malzemelerine zam “düzenleme” ya da kent merkezlerinin varsıllara tahsis edilmesini “dönüşüm” olarak pazarlamak mümkündü. Evet, fakirlik, açlık, evsizlik ve sefalet halen vardı çünkü başka türlüsü mümkün değildi. Dünya mümkün olanın en iyisiydi, bu sefer teologlar değil sosyal bilimciler bunu iddia etmekteydiler.

Öykünün şimdiye kadarki kısmının geçtiği toprakların daha doğusu ise adeta acıları bal eylemişti. Sosyal adaletsizliğin aşılması olanaksız gibi gözüken kast sistemlerinde teodise; çileyi hiç sorgulamama ve çileyi hakkıyla çekenin reenkarne olduğunda ödülünü alacağını öne süren inanç sistemlerini şekillendirmiş olabilir.

Bourdieu neoliberal sosyodiseyi “doğrudan muhafazakar söylemin mantık kisvesine bürünmüş hali” olarak görüyor. Teodise-sosyodise ekseninde söylem sekülerleşirken paradigmanın aslında değişmiyor. Bir siyasi söylem olarak “fıtrat” ise Türkiye’de teodise-sosyodise ekseninde herhangi bir noktada bulunabiliyor. Madencinin fıtratında ölmek olabiliyor. Ölen madenciler şehit de ilan ediliyor. En hızlı psikososyal girişim olarak yüzlerce madencinin öldüğü kasabaya neredeyse bir o kadar dini figür gönderilebiliyor. Diğer yandan iktidar partisinin ağır toplarından biri tarafından sarf edilen “fakirin kömürünü zengin mi çıkarsın yani” itirazı fıtrat meselesini tam da sosyodise ucundan yakalayıveriyor. Konu sınıfsal, fıtrat dediğimiz bu sınıfın kaderidir deniyor.

Peki, insan çilenin -ve son örnekte üşümenin- kaderi olduğunu satın alınca bu bilgiyle ne yapacaktır. Bu noktada Festinger’in “Bilişsel Uyumsuzluk” kuramı devreye giriyor sanırım. Kurama göre insan zihninde birbiriyle uyumsuz iki önermeyi aynı anda barındıramadığından birini görmezden gelmek zorunda kalır. Örneğin a)sigara içmek sağlığı bozar ve b)sağlığımın bozulmasını istemem önermelerine sahip birisi sigarayı bırakmayı başaramadığında a)dedem de içiyordu ama 90 yaşını gördü veya

b)uzun yaşayıp da ne yapacağım gibi önermelerle yoluna devam etmek zorunda kalabilir. Çilenin kaderi olduğu önermesini kabullenen kişinin ise çileyi olumlamaktan başka seçeneği kalmayabilir. Böylece a)”askerlik gereksiz” ve b)”askerlik çok eziyetli” gibi iki önerme askerden kaçmanın olanaksız olduğu durumda, o eziyetin olumlanması ve yüceltilmesi ile sonuçlanabilir. Askerden kaçmak -belli bir bedel karşılığı- olanaklı olduğunda ise bütün kültürel arka planına karşın askerlik eziyetinin olumlanması ve hatta yüceltilmesi olanaksızlaşabilir ve belki asker intiharları artabilir.

Kaderinin çile çekmek olduğuna inanan kişiyi bu kadere ikna etmenin yolu çileyi kutsamaktır. Kadın “çilekeş ana” olduğu için kutsaldır, doktor “gençliğini okuyarak çürüttüğü” için. Askerlik kutsaldır çünkü asker uykusuz kalmaktadır. İçinde yaşadığı ülkenin kendisine çileli bir yaşam sunacağına ve başka şansı olmadığına inanan kişi ülkesi için çile çekmeyi olumlayacak ve kutsayacaktır mecburen.

Mutluluk vaat eden bir ülke kurma hayali olmadığında, ortak yaşam arzusunun filizlenebileceği toprak kutsanan bu çile oluyor işte. “Bu millet çileye alışık bir millettir” ifadesi belki de “Bu milletin kurucu unsuru çiledir” demenin başka bir yoludur.

*Psikiyatrist

Kaynak:

Christiano, K. J., Swatos, W. H., & Kivisto, P. (2008). Sociology of religion: Contemporary developments. Rowman & Littlefield.

Bourdieu, P. (1998). Acts of resistance: Against the tyranny of the market. New York: New Press.