Google Play Store
App Store

28. İstanbul Tiyatro Festivali, Melih Cevdet Anday’ın ‘Müfettişler’i ile başlıyor. Yönetmen Engin Hepileri, “1968-70 yılları arasında yazılmış bir oyunun bugünün Türkiye’sine çok fazla şey söylüyor olması ilgi çekici. Kendisini seçmemin en önemli nedeni bu” diyor.

Bir toplumun portresi
‘Müfettişler’ bugün ve yarın akşam saat 20.00’de Uniq Hall’da sahnelenecek. (Fotoğraf: İstanbul Tiyatro Festivali)

Ümit GÜÇLÜ

Bu yıl 22 Ekim-19 Kasım tarihleri arasında yapılacak olan 28. İstanbul Tiyatro Festivali hem şair hem de yazar kimliğiyle tanınan Melih Cevdet Anday’ın ‘Müfettişler’ adlı eseriyle açılıyor. Bu önemli yapıtı sahneye taşıyacak olan Engin Hepileri, tiyatro dünyasında hem oyunculuk hem de yönetmenlik yetenekleriyle öne çıkan çok yönlü bir sanatçı.

Hepileri ile Anday’ın eserinin günümüz toplumu üzerindeki etkilerini, tiyatroda fikir özgürlüğünün önemini ve izleyicilere sunmayı hedeflediği atmosferi konuştuk.

İstanbul Tiyatro Festivalinde Absürt tiyatronun ülkemizdeki öncülerinden Melih Cevdet Anday’ın fettişlereserini sergileyeceksiniz. Anday’ı seçme sebebiniz? Sizin sanatınıza etkisi nedir?

Hemen absürt için düzeltmede bulunalım. Melih Cevdet Anday, kendi oyunlarının absürt değil ‘uyumsuz’ olduğunu, bir uyumsuz tiyatrodan bahseder. Anday, Türkiye’nin en önemli şairlerinden biri ve tiyatrocular için çok iyi tiyatro metinleri yazmış. Ancak bu eserler ülkemizde çok fazla sahnelenmiyor, çok değer görmüyor. Ben tam aksini düşünüyorum, daha fazla değer görmesi gerektiğine inanıyorum. Müfettişler’ Anday’ın dört uyumsuz oyunundan birisi. Uyumsuz, absürtün saçması ile ilgilenmiyor, Türkçe dil yapısının bambaşka bir örgü ile ele alınmasını ifade ediyor. Tiyatro sahnelerinde gördüğümüz oyunlardan biraz farklı bir metinle karşılaşacağız. Özellikle ‘Müfettişler’de günümüze söylediği cümleler gerçekten de çok şaşırtıcı. 1968-70 yılları arasında yazılmış bir oyunun bugünün Türkiye’sine çok fazla şey söylüyor olması, ilgi çekici. Melih Cevdet’i seçmemin en önemli nedeni bu.

Engin Hepileri

Nikolay Gogolun fettiş’ eserini 1946da çevirerek yozlaşmış bürokrasiyi eleştiren” bir oyuna nazire olarak fettişleriyazdı. 1971 muhtırası öncesi toplumu yansıtan bu oyun günümüzde bireylerin toplumsal durumlarını nasıl etkiliyor? Bu bağlamda sizin gözlemleriniz nelerdir?

Gogol’den de Melih Hocamız’a gelmiş ve bambaşka bir metin çıkarmış. ‘Müfettişler’ ile özellikle Türkiye’de kendi insanımızın başından geçen bürokratik baskının, sıkışmışlığının, halk arasındaki bu ayrımcılığın, birbirine kutuplaştırılan insanların ve bireylerin, evlerinin içine sıkışmış olması ve bu durumun kendi özgür alanlarının giderek küçülmesine neden olması, “daraldıkça daralıyor dünya” repliğiyle ifadesini buluyor. Bu fikir üzerinden bir geliştirme arzu ettiğini, en sonunda ne olursa olsun, bizi bir umuda yönelttiğini de biliyorum.

Peki, Melih Cevdet'in eserlerinde yansıyan dönemin sosyal ve politik durumları, günümüzdeki sorunlarla nasıl paralellik gösteriyor?

71 muhtırası, o zamanki Amerikan mandası ve ülkenin durumu, Deniz Gezmiş ve arkadaşları… O dönemi düşündüğünüzde, metnin nereden geldiğini ve cümlelerin anlamını kavrayabiliyorsunuz. Günümüzde de aynı sıkışmışlık, kutuplaşma ve birbirine düşman edilme çabalarını görüyoruz.

Biz de Melih Cevdet’in karakterleri gibi umutla (tufaya düşmeden) birlikte yaşayıp mutlu olmaya çalışıyor ve huzurlu, özgür bir Türkiye’nin hayalini kuruyoruz. Bu anlamda, Melih Cevdet o zamanlardan bir yol haritası çizmiş; biz de o haritayı takip ediyoruz.

Oyun boyunca izleyicilere nasıl bir atmosfer yaratmayı hedefliyorsunuz?

İçerik provalarını, oyuncularımın müthiş emeğiyle yaklaşık 10 gün önce tamamladık. Eserden herhangi bir kesinti olmadan, yazıldığı gibi seyircimize aktarmak istiyoruz. Yepyeni bir sahneleme biçimi üzerinde çalışıyorum ve Cem Yılmazer dekor ve ışık tasarımını yapıyor. Çevren Günger’in kostümleri, Büşra Firidin’in koreografisi ve Bülent Şengül’ün tasarımlarıyla müthiş bir ekip oluştu. Bu ekiple izleyiciye bambaşka bir mekân yaratmamak mümkün değil. Oyunumda farklı bir atmosfer yaratıp, çıktığımızda bambaşka biri olarak seyirciyi salondan uğurlamak istiyorum.

Mekanımızın bir ev olması, karakterlerin sıkışmışlık hissini nasıl güçlendiriyor ve bu durum izleyiciye ne tür duygular hissettiriyor? 

Mekanımız, bir evin içinde sıkışmış, emekli olmuş bir memur ve karısının hayatı. Bu, bizim hayatımız. 1960 ve 1970’lerde, belki de hâlâ, ülke için çalışıp didinmiş, 35-40 yılını vermiş bir emekli maaşı ile sadece hayatına devam eden ama bütün ömrünü ülkesine hizmete adamış bir çiftin hikayesidir. Bu noktada alt metinde başlayan bir korku ve endişe var; neden olduğu belli değil, açıklanamıyor, somut bir hale dönüştürülemiyor. O zaman, soyut bir yerden anlatılmaya başlanıyor. İşte o zaman, belki kendimizi bir yere konumlamak yerine, çok özgür bir evrene çıkartmak, kendimizi ferahlıkla anlatabilmek ve işi evrenselleştirmek için o ütopyaya doğru gidiyoruz. İzleyiciyi oyunda bir yolculuğa dahil edeceğiz. Bu yolculuğun sonunda -Melih Cevdet’ten öğrendiğim ve önemli olduğuna inandığım- imbiğin ucunda süzülen size kalan duygu. Eğer onu doğru bir şekilde seyirciye yönlendirebilirsem benim görevim tamamlanmış olacak.

Popüler sanatçılarımızdan Kenan Doğuluyu oyun müziği için ikna etmeniz kolay oldu mu? Bu atmosfere etkisi nedir?

Kenan Doğulu, pop müzikle uğraşan Türkiye’nin en önemli sanatçılarından birisi. Sadece müzikle uğraşmakla kalmıyor, bir yandan da ‘İhtimaller’ caz projesi var. Her an üretmekten, tasarımla uğraşmaktan zevk alan, devamlı olarak kendine bir şeyler katmak isteyen çok yönlü bir sanatçı. Şanslıyım ki yolumuz kesişti. Mesleğine gösterdiği saygıyı tiyatrodan eksik etmedi. İlk olarak, ‘Kim Bu Ben’ oyununun müziğini kime yaptırsak diye ona sormaya gitmiştim. O büyük yüreğiyle müzikleri yaptığı gibi sonrasında “Sırada ne yapıyoruz?” diye sordu. ‘Müfettişler’i yapacağız, ancak yorgun olabilirsin, istemeyebilirsin” dediğimde “Hayır, beraberiz bu yolculukta artık, sen istiyorsan ben yapmak istiyorum” dedi. Distopyayı anlatacak en önemli enstrümanlardan biri olan müziği birlikte tasarladık. Onun notaları ve hissiyatı, benim reji yönlendirmelerimle bambaşka bir müziğe dönüştü. Onun için çok mutluyum.

Anday, 1956da Yanyanaadlı kitabındaki üslubu nedeniyle 142. Madde uyarınca yargılandı. Sizce sanatçılar neden yasaklamalara maruz kalıyor?

Hiç bilmiyorum. Gerçekten keşke bilsem. Hiçbirinin somut cevapları yok. Birisine gidip "Neden bu böyle?" dediğinizde, "Yoo, öyle değil," diyor herkes. Ama ortada bir gerçek var. Ateş olmayan yerden duman çıkmıyor. Bu fikir ve düşünce özgürlüğü denen şeyin Türkiye’de değer görmesi gerekiyor. Bundan korkulacak, bununla uğraşılacak bir durum yok. Özellikle insan, fikrini beyan edebilmelidir. Ne olursa olsun, biz de o fikre saygı duymalıyız. Elbette, etrafın özgürlük alanını kesmediği sürece her türlü fikri duymaktan mutluluk duyuyorum; en sevmediğim fikirleri bile. Bu nedenle, biraz daha birbirimize tahammül etmeyi ve birlikte yaşamayı hatırlamamız gerekiyor. Çünkü biz, aslında kendi özdeğerlerimize sahip bir milletiz.

O özdeğerlerimiz sayesinde ayakta kalabiliyoruz.  O birlikteliği orada bulabiliyoruz. Ne olursa olsun, gelenek ve göreneklerimizi hâlâ takip ediyoruz. Bütün bunları yaparken, niçin fikir özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü de eklemiyoruz? Çünkü biz zaten birbirimize saygı gösterebilen bir milletiz. Şimdi neden birilerini yasaklamak, hapse atmak, susturmaya çalışmak, kapatmak ya da yayın kuruluşlarıyla uğraşmak garip geliyor; neden olduğunu anlamıyorum.

Altında ne tür fikirler var, belki bunu tartışacak, konuşacak pek çok insan vardır. Bu konularda çok da yetkin değilimdir. Ben açıkçası tiyatroyu siyasi taraftan değil, politik taraftan yaparım. Benim bir politik görüşüm vardır; politik görüşümle devam ederim ama hiçbir zaman bir siyasi görüş olmaz o. Hiçbir taraftan olmaz. Çünkü ben tiyatronun, özellikle insanın, evrensel olduğunu inanırım. Önce insandan başlarım, sonra milletlere, sonraki belki kültürlere ve en aşağıda da aileye inerim. Bununla uğraşırım. Benim siyasi görüşüm çok daha evrensel; partiyle cümleye dökülemiyor.

Sizi artık sahne önünde değil, sahne arkasında yönetmen olarak görmeye başladık. Tiyatroda yönetmenlik daha mı ağır basıyor?

Kenter Tiyatrosu’nda çok yönlü çalıştığımız için ‘sahne tozu’ her yerden bize bulaşmış durumda. Oyuncu olarak da yönetmen olarak da tiyatro, içinde bulunmaktan mutlu olduğum bir alan.

Son olarak tiyatro dışında projeleriniz var mı?

‘Kayıp Kamyon’ adlı filmim vizyonda. Yetkin Dikinciler ve Bülent Emin Yarar ile beraber rol alıyoruz. Bu yaz, Tufan Taştan’ın "Chaplin’in Dörtlüsü" adlı filmini çektik. "Sen Ben Lenin"den sonra ikinci filmim. Şu an kurgu aşamasında. Heyecanla onu bekliyoruz.