Yalçın Tosun, Tarkovski’deki gibi İz Sürücü, kırılma anlarının, incinmelerin, kırgınlıkların, hayal kırıklıklarının, unutulmaya çalışılan derinlerdeki kesiklerin-yaraların, hep başkalarında görmeye tutkun olduğumuz ikiyüzlülüğümüzün, etkilerini gözlemleyip, deşmeyi, izini sürmeyi, gün yüzüne çıkarmayı seviyor.

Bir türlü sevemediğim Yalçın Tosun öyküleri

Ümit Aykut Aktaş

Yalçın Tosun’un öyküleriyle ilk tanışmamız, YKY Kitap-lık Dergisi’nin, Haziran 2007’de yayımlanan 106. sayısındaki ‘Koku’ adlı öyküsüyle olmuştu.” Dokuz yıl önce altZine’de yayımlanan inceleme yazım bu satırlarla başlıyordu. İlk okuduğum öyküden bu yana koskoca on üç yıl geçti, Yalçın Tosun beşinci öykü kitabını (toplamda seksen sekiz öykü) yazdı, -şiir ve hukuk kitaplarına hiç girmiyorum- bu süreçte okur olarak bizler de değiştik, dönüştük. Öykü kitaplarıyla, Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı, Yunus Nadi Öykü Ödülü gibi pek çok önemli ödülü elinde bulunduran hukukçu, akademisyen, şair ve yazar Yalçın Tosun, beş yıl aradan sonra Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı ‘Mesafenin Şiddeti’yle karşımızda.

‘Mesafenin Şiddeti’ndeki ilk beş öykü sıralamam; Primadonnanın Ölümü, Çok Mutsuz Ama Çok Neşeliydik, Piç, Çok Üşüyen Kadınlar, Biraz Rakı, Biraz Votka şeklinde. Gün Işırken İkisi, başarılı atmosferiyle iyi bir öykü ama duygu yoğunluğu, sözgelimi Madam Marini’nin Tamamlanmış Bir Resmi adlı öyküsündeki kadar bana geçmedi açıkçası. Makaslar adlı öyküsü, kitabı okuyanlarla yaptığım sohbetlerde, artan gerilimi, deneysel yaklaşımı ve farklı iki anlatının ortaya koyuluşu ile en beğenilen öykülerden biri olduğunu işitmeme rağmen pek de aynı kanıda değilim, hâlâ açılışın farklı bir öykü ile olması gerektiğini düşünüyorum. Anlatma biçimi farklı olsa da benzer duyguları pek çok kez anlattı yazarımız, üstelik çok daha iyi bir şekilde. Yazarımıza çok mu yükleniyoruz? Bence hayır, zira edebiyatta LGBT bireylerin temsil edildiği, çocuk istismarı ve ensest gibi karanlık sularda farkındalığı artırıcı metinlerin en kuvvetli kalemidir Yalçın Tosun, pek çok öyküsü üniversitelerde tez konusu olmuştur. Yukarıdaki provokatif başlığı atma nedenime gelince, ‘Bir Berber Hikâyesi’ adlı öyküsünü de hiç sevememiştim, yıllar sonra tekrar okuduğumda, o limon kolonyası ile ölüme benzer koku tekrar burnuma gelmişti. Mersin’de yaşlı bir amca vardı, mahallenin çocuklarına lokumlar alan, doğum günlerinde kartpostallar veren, bizleri önemseyen, onun adı soyadı geldi aklıma sonra günün birinde hepimize uygunsuz fotoğraflar gösterdiği, bildiğim kadarıyla kimsenin başına tekinsiz bir hadise gelmedi ama… Tamamen zihnimden sildiğim bir çocukluk anısı, yanıp sönen ışıklı tabela gibi zihnimde belirivermişti. İşte gün geliyor bazı öyküler zihnimizin derinliklerine gömdüğümüz derin kesikleri açıveriyor ve biz o kesikleri hatırlamayı pek sevmiyoruz.

Mesafenin Şiddeti; “Sabah kokan deniz, yalan söylerken seğiren gözler, iğnesi kendine dönük gülüşler, yasak aşklar, uzun suskunluklar, aramakla geçen ve uzun yıllar uzak kalınan huzur, bir rüyanın zift misali çöken ağırlığı, can yakmanın o bakır rengi, acılı bir haz veren dikenli dokusu, hayatın o simli sihri, sebepsiz hoyrat kıskançlıklar, özenle inşa edilen, bu şatafatlı arafta mutsuzluktan kuduranlar, itinayla tırnak kemirenler…” bizi farklı karakterlere, farklı farklı dokunuşlara teslim ediyor.

Sözgelimi, “Çok Mutsuz Ama Çok Neşeliydik” öyküsündeki;

“Sustuk.

Deniz ve kuşları da sustu.

Derin bir nefes aldı, ağzını açtı ama konuşmadı.”

Cümlelerindeki gibi, öykülerinin sonuna pek ender nokta koyuyor Yalçın Tosun, virgül koyup, virgülden sonraki boşluğu okura teslim ediyor. Kanımca yazar, iyi bir metinde ikili koltukta otururken okuyucuya da yer ayırmalı, ayaklarını uzatmamalı.

Öykülerin ucu çoğunca açık bırakılmış, bu yüzden bir bitmemişlik duygusu peşimizi hiç bırakmıyor. Öykülerin çoğu bitmediği gibi okuyucusuyla birlikte farklı karanlık sularda seyre devam ediyor. “Kafamızda bitiremediğimiz her öykü, paslı bir iğne gibi doğrudan kalbimize yürüyor” fakat okuyucu ile paslaşmak kısa öykünün ruhunda olduğu için pek de sesimizi çıkaramıyoruz doğrusu.

Mesafenin Şiddeti’nde altını çizdiğim satırlardan bazıları:

“Sevgiyi göstermekte cimri davranılmazsa başarısızlık garantidir.”

“Sözlerindeki katılık, sesindeki acımasızlık tonu içinde benim bile varlığından haberdar olmadığım bir yeri kanatmıştı.”

“Ah o gerçek nasıl da her daim teşnedir ufak saptırmalara, kaydırmalara ve hatta becerikli örtünmelere”

“Sesinde mutfağın sabah sıkıntısını yırtan suçlu bir titreyiş sezerdim.”

“Artık çocukluğunda ne yaşadıysa, başkalarının ne düşündüğü ve onlara ayıp olmaması annem için tek önemli şeydir.”

“Bir çocuk inşaatta tecavüz edilip öldürülmüş mahallede, bundan bildiler. Biri inşaattan çıkarken görmüş bizimkini, sonra başka birine söylemiş, o biri başka birine... Mahallede de mimliyiz. Orospuyla şerefsiz tokmakçısı diye bakıyorlar bize, biliyorum. Nereye gitsek her şeyi önce bizim gibilerden bilirler zaten.”

“Adam uzun süredir ilk kez kadına sarılmak istiyor ama yapamıyor. Onun yerine arkasını dönüyor ve gözlerini acıtana kadar sıkı sıkı yumuyor.”

Yalçın Tosun, Tarkovski’deki gibi İz Sürücü, kırılma anlarının, incinmelerin, kırgınlıkların, hayal kırıklıklarının, unutulmaya çalışılan derinlerdeki kesiklerin-yaraların, hep başkalarında görmeye tutkun olduğumuz ikiyüzlülüğümüzün, etkilerini gözlemleyip, deşmeyi, izini sürmeyi, gün yüzüne çıkarmayı seviyor. Tanımlamaya çalıştıklarımız siyah ve beyaz değil, ikisinin arasındakiler, yaşam da tam bu alanda yeşeriyor zaten. Bir tarafta şiddet ve gaddarlık varken hiç ummadığımız bir tarafta da şefkat ve merhamet var.

Lunaparkta unutulmuş çocuk, Arya ve Daria kardeşler, emekli hayat kadını, öldürülen transseksüel bar çalışanı, karısını kaybetme endişesini ruhunda taşıyan koca, tek bir piç sözünün darmadağın ettiği o asi çocuk, hepsi hepsi bize bir taş atımı mesafede, o yüzden kitap bittiğinde Mesafenin Şiddeti azalmıyor, kitaptan geriye, Yalçın Tosun’un daha önceki kitaplarında da olduğu üzere, ince bir sızı kalıyor.