Bir tutam melankoli: Sen İstanbul'dan daha güzelsin

BERNA ATAOĞLU bernaataoglu@gmail.com

Başak Kıvılcım Ertanoğlu, Ayfer Dönmez ve Melis Öz tarafından kurulan ve adını kurucularının baş harflerinden alan tiyatro topluluğu BAM, “Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin” isimli oyunu sahneliyor. Aynı aileden üç kadının anılarını, korkularını, hüzünlerini anlatarak içlerini döktükleri oyunun yazarı ve yönetmeni Murat Mahmutyazıcıoğlu.

Oyun; evlerin, yolların yıkılıp yenisinin yapıldığı, yeni olanın da çok çabuk eskidiği İstanbul’da yaşayan üç kadının, değişen onca şeye rağmen değişmeyen tabularına, çelişkilerine, yalnızlıklarına tanık ederken, aynı zamanda İstanbul’un yakın tarihine panoramik bir bakış sunuyor.

Sahnede, çarpık kentleşmeyi anımsatan evlerin çizildiği bir perde ve önünde üç sandalye var. Seyirci yerini aldıktan sonra oyuncular sahneye gelip sandalyelerine oturuyor, gülümsüyor ve birlikte bir oyun oynanacağı mesajını veriyor, ışıklar hafiften kararırken, oturuşlarını ve bakışlarını yavaşça değiştirerek oynayacakları oyun kişisine bürünüyor. Yaklaşık yetmiş beş dakika boyunca oturdukları yerden hiç kalkmadan, birbiri içine geçen hikayelerini yine birbiri içine geçen bir kurguyla anlatıyor, bazen de anlatıyı canlandırıyorlar. Oyuncuların isimleriyle oyun kişilerinin isimleri aynı. Bu durum anlatılanların herhangi birimizin hikayesi olabilecek kadar sıradan ve tanıdık oluşuyla da desteklenince izleyici kendi geçmişi, bugünü ve muhtemel geleceğini izliyormuş gibi hissediyor.


Melis’in hikâyesiyle darbe zamanı doğmuş bir kızın özgür kalma çabası, ergenlik bunalımları, ebeveynleriyle yaşadığı kuşak çatışmaları, eğitim hayatında ona dayatılanlar, hayalleri, şimdi artık adını bile hatırlayamadığı ilk aşkı, oyuncu olma sevdası, evden ayrılışı, terkedilişi, hem anneannesinden hem annesinden miras kalan korku ve kâbuslarını dinliyoruz. Melis’in anneannesi Ayfer’in anlattıklarıyla kocası tarafından terk edilen ve tek başına üç kız çocuğuna bakmak zorunda kalan bir kadının yaşadıkları, yaşlanışı, gerçeklikle bağını kaybedişi, zihninin yaşama hızına bedeninin yetişemiyor oluşuna şahit oluyoruz. Ayfer’in kızı ve Melis’in annesi Başak’ın iki kuşak arasındaki sıkışmışlığını, her tarafı idare etmeye çalışırken kendini unutuşunu izliyoruz. Toplumsal baskı, “el âlem ne der” düşüncesi, onlara yapmak istediklerini yaptırmıyor, düşündüklerini, hissettiklerini söylemelerini engelliyor. Böylece ortaya, dışarıdan farklı görünen ama kendi içlerinde başka dünyaları olan şizofrenik ve kimliğine yabancılaşmış kişilikler çıkıyor.

Kadınların yaşantıları hikâyelerindeki erkeklerin onlara karşı tutumlarına göre şekil alıyor. Ayfer’in terkedilişi, Başak’ın kocasının pasif hali, Melis’in sevgilisinin onu yalnız bırakışı, kadınların huzursuzluklarının temel sebepleriymiş gibi duruyor. Sanki erkekler daha şefkatli, anlayışlı, sevgi dolu olsaydı kadınlar mutlu olabilirlerdi gibi bir algı oluşuyor ve bu durum kadını erkeğe göre konumlandıran anlayışın yeniden üretilmesi tehlikesini doğuruyor.


Başkaları tarafından şekillendirilen ve “biricik” olmaktan uzaklaştırılan kadınlar, hangi dönemde hangi ortamda yaşarlarsa yaşasınlar ortak kadere hapsoluyorlar. Oyuncuların her ne olursa olsun sandalyelerinden ayrılmıyor oluşları toplumun onlara izin verdiği kurallar içerisinde yaşamaya çalışmalarını sembolize ediyor. Sandalyesiyle bir nevi mücadele eden, kalıbına sığamayan hatta diğerlerinden daha cesurmuş gibi duran Melis bile temasını koparamıyor oturduğu yerden. Yani içselleştirilen ataerkil normlarla hareket edildiği sürece gidilen yönün farklı olması varılan yeri değiştirmiyor. Kostüm tercihleri bu düşünceyi pekiştiriyor. Kadınların aynı soluk kahverengi kumaşın farklı biçimlerini giyiyor oluşları, neneden toruna aktarılan toplumsal belleğe ve kadere işaret ediyor.

Kronolojik bir sırayı takip etmeden ve çoğunlukla eş zamanlı anlatılan hikâyelerin arka planında değişen sokaklardan, yollardan, köprülerden, Ayfer’in her yağmur yağdığında su alan evinin iki kez yıkılıp yeniden yapılıyor olmasından bahsedilirken İstanbul’daki kentsel dönüşüm sorununa da göndermeler yapılıyor.

Abartı ve ajitasyondan uzak, ortadaki trajikomik duruma odaklanan oldukça minimal bir oyunculuk biçimi tercih edilmiş. Ortaya çıkan karakterlerin sahiciliğiyle bazen kahkahalarla güldüren bazen insanın yüreğini cız ettiren bir süreç yaşatıyor oyun. Anlatıların eş zamanlı oluşu ve biri konuşurken diğerlerinin oyuna devam edişi oyunun temposunu yüksek tutmaya yardım ediyor fakat yer yer oyunculukların birbiri üstüne binmesine ve izleyicinin takibinin zorlaşmasına yol açıyor.

Karşımızda kimseye anlatamadıklarını bize anlatan bu gayet samimi kadınları dinlerken, kendi hayatlarımızdan yakaladığımız benzerliklerle karşılıklı bir dertleşme ortamındaymışız gibi hissediyoruz. Oyunun birden bitişi ve ardından kullanılan nostaljik müzik bizi melankolik bir duyguyla baş başa bırakıyor. Salondan çıkıp İstanbul sokaklarında yürürken düşünüyoruz; kendi korkularımızı, yalnızlıklarımızı, kırgınlıklarımızı ve biz de soruyoruz: “Her yerin deniz olup da bu kadar az yosun kokusu olan başka bir şehir var mı acaba? Bu kadar köprü olup da kimsenin birbirine ulaşamadığı başka bir şehir. Bu kadar çok insanın olup da her yerin bomboş olduğu...bomboş.”

Oyunun Künyesi:
Yazan/Yöneten: Murat Mahmutyazıcıoğlu
Oyuncular: Ayfer Dönmez, Başak Kıvılcım Ertanoğlu, Melis Öz
Yönetmen yardımcısı: Tuğba Sorgun
Kostüm: Meltem Tolan Coşkun
Işık: Cansu Kahvecioğlu
Afiş, Fotoğraflar, Tanıtım filmi: Serkan Ertekin