Yaşadıklarımıza baktıkça, bu memlekette güç ve iktidar savaşının yukarıları hedeflerken, nasıl aşağılarda seyrettiğini görüp de üzülmemek mümkün değil. En tepe noktalar hedefleniyor ama hedef yükseldikçe, sanki, etik ya da demokratik ilke ve sınırlar da o kadar çiğnenmekte. Gücün nimetleri arttıkça, erdemin de, hukukun da “ayak bağı” haline gelmesi kaçınılmazlaşıyor diyebiliriz. Bu ülkeyle gelişmiş demokrasileri ayıran en önemli nokta da burada galiba; oralarda da hukuksuzluk ya da yolsuzluklar yaşanıyor. Ancak, etik ya da hukuk kurallarının bu kadar “boşlanabilmesi” mümkün değil; ne sistem ne de toplum buna izin vermekte.

Biliyorum bu ülkede topluma laf etmek ayıptan sayılıyor; ama hem siyasetçi değilim hem de elitist filan suçlamalara karnım tok! O nedenle, ülkede ne oluyorsa gelip topluma dayandığını söylemek durumundayım. Hukuk ve demokrasi kuralları gibi ahlaki kuralların da devre dışı bırakıldığı bir dolu olay saymak mümkünse, toplumun bunları “sineye çekme” halini de konuşmak lazım.

Yapılabilenlere ve sineye çekilenlere şöyle bir bakalım: En başta, Anayasa gereği tarafsız olması gereken cumhurbaşkanımız her gün meydanlarda. Açıkça  oy istiyor; fiiline hayata geçirdiği başkanlık rejimine yasal zemin kazandırmaya uğraşıyor. Ağızlarından hukuk devleti eksik değil; ama Anayasa tepetaklak olmuş, kimin umuru! Zaten hukuk dediğin, çoktan bir “hesaplaşma aracına” dönüşmüş durumda. Dün Cemaat’ten olanlar yargıç cübbesi giyiyordu, bugün sanıklar; dün övülüyorlardı, bugün dövülüyorlar! Yarın sıra kime gelecek; isterseniz, “o piti piti karamela sepeti” diye saymaya başlayalım!

İlke mi, erdem mi aradınız? Bakın,  yalakalıktan gözü dönmüş insanlar, bu kez bir kadını, Meral Akşener’i “kaset” konusu yapıyorlar. Geçmişte istemedikleri birilerinin hakkından bu yolla gelme alışkanlıkları olduğundan, fazla şaşırtıcı gelmiyor. Başbakan, bu kez kaset iddialarına sert tepki gösteriyor; iyi de yapıyor. Ancak düşünmek lazım; bu insanlara bu cesareti veren kim? Ya da, bu kadar dinleme, bu kadar dijital oyun, bu kadar baskı ve yasaklama yaşanırken, bu tür oyunlara prim veren bir siyasal ahlak anlayıştan uzak olduklarını söylemek kolay mı?

Ya Selahattin Demirtaş’ın evine gece yarısı yapılan polis baskını!  Yanlış adresmiş! Başbakan, Selahaddin ismini yakıştıramıyor; Yalçın Akdoğan  Demirtaş’ın zihniyetinde bir partinin barajı geçmesini demokrasi için tehlikeli buluyor; barajı geçemezlerse “süper” olurmuş! Bu arada HDP seçim bürolarına saldırılar da sürmekte! Söylenecek şey çok da, yalnızca bir noktaya değineyim. Kürt sorununu demokrasi sorunuyla bütünleşip Meclis’e taşınmasının demokrasi için tehlike değil, aksine bir çıkış kapısı olabileceğine kuşku yok. Ancak birileri için elbette “tehlike” olacaktır! Hatta, Demirtaş’ın 7 Haziran’da yüzde 10 barajını aşamadıkları takdirde görevini bırakacağını söylemesiyle, şimdiden demokrasiyi araçsallaştıranlar için nasıl bir tehlike olacağını ortaya koymuş durumda!

Ya Kenan Evren’in acıklı ölümü ve defni! Çıkarılacak ders çok. Güç ve iktidar arayışında doruklara tırmanan, doymayıp daha fazlasını isteyenlerin tepelerden paldır küldür indirildiği de görülmüş bu memlekette; bir zamanlar arkalarından koşanların bile yalnız bırakıp “kimsesizler” gibi gömülenlere de rastlanmış.

Bırakınız Evren’i; son iki yılda Cemaat’le ilgili olarak yaşananlar bile ibretlik! Birilerine koltuk çıkanların gün gelip nasıl ortadan kaybolduğu ortada. Bu durum, geçmişteki acı ve sindirmeleri sineye çekenlerin de hem geçmişte hem bugün gömüldükleri sessizliklerin anlamını düşünmelerini gerektiriyor. Çünkü sessizlik, yalnız önlerin fatura ödemesi değil, faturaların çocuklarının çocuklarına bile devredilmesi anlamına gelmekte.

Mesela, Soma’daki iş cinayetleri.. 301 can; iş diye evden çıkmışken iş ölüm olmuş; ölülerini bulmak bile günler sürmüştü! Biz üzüldük ama ateşin düştüğü yer onların evleriydi; asıl tarumar olanlar onlardı. Bugün de değişen fazla bir şey yok; aylar boyu, bir dolu ihmali öğrendiler, suçlamaları dinlediler; bir dolu vaatle avutuldular. Gel gör ki, hükümet, bakanlıklar, denetim organları, işletme sahipleri, sendika gibi asıl sorumlular aradan sıyrılınca, yargılananlar, yönetim pozisyonundaki birkaç kişi oldu. Şimdi,  kendinin ya da yanındakinin başına gelmese de, her işçiye bunlar üzerine düşünmek düşmez mi?

Seçimlere bir aydan az zaman kalmışken, her zamankinden önemli düşünmek. Bakalım, bu düşünceler nereye akacak ve toplum geçtiğimiz yılları, yaşananları nasıl okuyacak? Göreceğiz!