‘Belleğini Yitiren Tilki’nin Öyküsü’ yaşamaya dair çok şey söylüyor, ama belleğime tam da şu satırları hatırlatarak kazınıyor; “Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak... Unutma; aynı gökyüzü altında, Bir direniştir yaşamak...”

Bir unutma, çokça unutamama öyküsü

FUNDA DEMİR

Hey hayat; ne zaman sana benzeyen bir metafor düşünsem aklıma dönme dolaplar, atlı karıncalar yani en çok lunaparklar geliyor. İçinde renkler var, bazen çok parlak aydınlık, bazen yanıp sönen, bazen karanlık. Sesler var bazen, kahkahalar, çığlıklar, ağlamalar ama en çok gülmeler. Kalabalıklar var bazen el ele, bazen isimsiz yüzlerle, yalnızlık var eteği havalanan balerinin bakışlarında, kocamanlık var küçücüklüğün içinde. Hüzün var, anılar var her köşede her seste, korkular ve korkusuzluklar var cebimde. Neşe var bolca, heyecan var. Nasıl geçip bittiğini anlamadığım zamanlar var, jetonu bitince aniden duran çarpışan arabalar gibi. Bazen ne kadar zaman oldu gidip görmeyeli demek var. Bayram harçlıkları, anneden koparılan izinler, ve çocukluk var, sinir bozucu sesler, hiç kazanılamayan oyuncaklar, kaybedişler var. Öylesine güzelsin ki tüm getirdiklerinle, yine de bazen kapının önünden bile geçmek istememek, sevmemek var. Oysa ayrılırken tadı damağında kalan bir vedayla bakmak var geriye, ne kadar yaşarsan yaşa, ne kadar eğlenirsen eğlen, ne kadar üzülürsen üzül, hep doyamamışlık hep yarım kalmışlık var. Şimdilik cebimin jetonlarla dolu olduğunu varsayarak yaşıyorum, ki başka türlüsü mümkün değil, daha gidecek görecek çok günüm var umuduyla. Ama unutmak ya da belki daha doğru şekliyle geride bırakmak istediğim çok gün var. İnsanın kalbi dağlanırcasına acıması neymiş durmadan öğreniyoruz hep birlikte. Daha fazla acıyamaz denen yerimizden giriyor hep sızı ve her defasında biraz daha dayanabiliyoruz biraz daha yok olurken kendimizden. Acılarla yoğurulmuş halklardan geriye bir hikâye kalırsa eğer tüm imlâ kurallarını çiğneyen bir cümlenin öznesi olacağız. Geride bırakmak, tekrar etmesin isteğiyle dolu onca yaşanmışlığın, onca kaybın, onca gündüzün gecenin hatırına herşeye rağmen yaşadık, yaşadık ve iyi ki yaşadık diyorum. Nereye baksak unutma beni çiçekleriyle dolu artık kalbimiz. Unutursak sadece ve sadece “Belleğini Yitiren Tilki’nin Öyküsü” gibi olsundu sonumuz.

Martin Baltscheit’i Almanya’nın en iyi çocuk kitabı yazar ve çizerlerinden biri oduğunu öğrendiğim bu öyküsüyle tanıdım. “Belleğini Yitiren Tilki’nin Öyküsü” vakti zamanında yaşamayı bilen, çevresini ve etrafında olup bitenleri ustalıkla anlayabilen, çözümler üreten bir tilkinin, kırmızı tilkinin yaşlandıkça uzaklaştığı hayatını ve unutuş öyküsünü anlatıyor. Oldukça şiirsel bir anlatı. İçten ve derin bir öykü. Tek bir seferde okunarak sindirilmeyecek kadar ayrıntıcı. Kuşaklar arası bağın iletişimi ve zaman üzerine kurgulanmış hayat hikâyesi. Düşündürücü bir yetişkin öyküsü. Siz de benim gibi lunaparklara girip çıkmakta zorlanabilirsiniz, ve aynı zamanda oldukça etkileyici bir çocuk öyküsü. Hikâyenin gerçekçi yönündeki kuvvet ve illüstrasyonlar okul öncesi çocuklar için ürkütücü ve kafa karıştırıcı olmakla birlikte 6 yaş üstü için öneriliyor.

Bir zamanlar oldukça genç ve yetenekli olan kırmızı tilki, bir tilkinin bilmesi gereken herşeyi bilirdi ve hatta bu bilgileri genç tilkilerle paylaşıp onlara hayatta kalmayla ilgili ip uçları verir harika yemekler pişirirdi. Her şeyi bilmenin uzun yaşamak olduğunu düşünürdü ve bu çok da uzun bir ömür sürdü. Sakalları beyazlayıp vücudundaki yaralar belirginleşmeye başladığında unutkanlık boy gösterir olmuştu. Rutin alışkanlıklarını yapmaya başlıyor ama ne yapacağını unuttuğundan sonunu getiremiyor ve tüm bunları bir türlü adlandıramıyordu. Öyle ki yemek yemeyi unuttuğu ama açlığı hissettiği günler sıklaşır olmuştu, bir zamanlar kazların korkulu rüyası, genç tilkilerin idolüylen şimdi bu yeni haliyle herkesin dalga geçtiği bir maskaraya dönüşmüştü ve bunun bile farkında değildi. Daha önce çok severek okuduğum Gabriele Clima kitabı “Unutkan Mumi”yi anımsatan “Belleğini Yitiren Tilki’nin Öyküsü” kuşaklar arası bir etkileşimin, empatinin en yalın ve belki de en gerçek haliyle çıkıyor karşımıza. “Belleğini Yitiren Tilki’nin Öyküsü” ile yazar Martin Baltscheit’ın 2011’de Alman Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülü’ne lâyık görüldüğünü ekleyelim. Hikâyenin sonunda ise kitabın çevirisini yapan Kâzım Özdoğan’ın aydınlatıcı ve ilgi çekici notları var. Tilkinin zamanla belleğini nasıl yitirdiği, içine düştüğü yeni durumun onu bazen nasıl tehlikeye attığını sadece resimlerle değil kitabın tipografisinden de görebileceğimiz ipucunu veriyor bize. Örneğin tilkinin bunaklığı yazı karakteriyle, duygu durumu metin düzenlemesindeki renklerle gösterildiğini ve hatta sayfa numaralarının bile tilkinin bunama süreciyle paralel karıştığı ve sonlara doğru iyice anlamsızlaştığını fark etmemize ve bu öyküyü çok daha başka yönleriyle görebilmemize, hem yazar hem çizer Martin Baltscheit’ın ustalığını hayranlıkla keşfetmemize olanak tanıyor.

40 sayfadan oluşan “Belleğini Yitiren Tilki’nin Öyküsü” yaşamaya dair çok şey söylüyor, ama belleğime tam da şu satırları hatırlatarak kazınıyor; “Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak.. Unutma; aynı gökyüzü altında, Bir direniştir yaşamak...”