Cumartesi Anneleri, 700 haftadır, 20 yıldır Galatasaray’ın önünde yok edilmiş kayıp evlatlarının delillerini topraktan elleriyle kazıyıp soruşturmalar açtırmaya, soruşturmaları davalara dönüştürmeye çalışıyorlar

Bir uzun yas: Kayıplara, annelere ve kalanlara dair

Defne Bülbül - Demokrat Yargı Genel Sekreteri

Arjantin’de 1976 yılında gerçekleşen askeri darbe sonrası, başta sol gruplar olmak üzere muhalifleri “kirli savaş “ olarak adlandırılan süreçte toptan yok etme girişimine başlayarak çok sayıda muhalif gözaltına alındı, gözaltına alınanlar kaybedilerek öldürüldü. Kayıpların yakınları olan Arjantinli anneler, 1977 yılında Plaza de Mayo meydanında her perşembe saat üç buçukta başlarına taktıkları beyaz eşarpları, boyunlarına astıkları evlatlarının fotoğrafları ile kayıplarını aramak üzere buluşmaya başlayarak dünya tarihinin en uzun süreli barışçıl, sivil itaatsizlik eyleminin ilk fitilini ateşlediler.

12 Eylül ile birlikte cunta rejiminin sert ikliminde zorla kaybetmelere ilişkin iddialar duyulur hale gelmişse de ; 90’lı yılların başlarından itibaren OHAL rejiminde çoğu sahte plakalı beyaz torosların ifadeye çağırıp sonrasında akıbetlerinin öğrenilemediği kayıplara ilişkin başvurular hızla artmaya başladı. Kırılma ise Hasan Ocak’ın 1995 yılının 7 Ocak’ında gözaltına alındıktan 58 gün sonra kimsesizler mezarlığında ellerinde gözaltına alındığına ilişkin delil niteliğindeki mürekkep izleri, bağcıkları çıkarılmış botları ile cesedine ulaşılmasıyla gerçekleşti.

27 Mayıs 1997’de saat 12’de ‘Cumartesi Kadınları’ başlarında Plaza de Mayo annelerinden aldıkları beyaz eşarplara benzer beyaz yazmaları, boyunlarına astıkları çocuklarının isimleri olan fotoğraflarıyla Taksim’de Galatasaray Lisesi’nin önünde Türkiye tarihinin en uzun soluklu yasını, sivil itaatsizlik eylemini, en uzun süreli barışçıl direnişi başlattılar.
Benzerlerine Peru, Arjantin, Şili gibi daha çok Latin Amerika ülkelerinde rastlanan; Türkiye’de ise ilk olarak 1935 yılında TKP üyesi Salih Bozışık’la başlayıp, 1948’ de Sabahattin Ali ile devam eden, 12 eylül ve nihayet en çarpıcı sonuçlarına 90 lı yıllardaki OHAL döneminde sistematikleşmeye yakın ve yaygın görüntü veren zorla kaybetme suçu en basit haliyle devlet güçleri veya devlet güçleri tarafından desteklenen kimi yapılarca kişinin gözaltına alındıktan sonra, o kişinin gözaltına alındığının anılan makamlarca kabul edilmeyerek, kişinin ortadan kaldırılması, Birleşmiş Milletlerin “Kişilerin zorla kaybedilmesine ilişkin sözleşmesi ”ne göre zorla kaybetme insanlık suçu olduğu ve zamanaşımının işlemediği kabul edilmekte.

Hafıza merkezinin verilerine göre toplam 296 kişinin zorla kaybedilmesine ilişkin soruşturmalardan ; 204 kişinin zorla kaybedilmesine ilişkin yürütülen soruşturmaların sürüncemede bırakıldığı; 9 kişinin zorla kaybedilmesine ilişkin soruşturmalarda zamanaşımı kararı verildiği, 16 kişinin kaybedilmesine ilişkin takipsizlik kararları verilip; yalnızca 67 kişinin kaybedilmesine ilişkin toplam 13 dava açıldığı tespit edilmiş. Bu davalardan toplam 34 kişinin kaybedilmesine ilişkin 7 davada beraat kararı verilip, 31 kişinin kaybedilmesiyle ilgili 4 davanın devam ettiği, yalnızca 2 kişiyle ilgili açılan davanın mahkûmiyet kararı ile sona erdiği tespit edilebilmiştir.

Buna karşılık zorla kaybetmelere ilişkin AİHM’ne toplam 102 kişinin kaybedilmesine ilişkin yapılan 69 başvurunun 51’inde ihlal kararı verilmiş, 7 başvuru ile dostane çözüm ile sona ermiştir. Yani 69 başvurunun 58’inde Türkiye’nin sorumlu olduğu tespit edilmiş. AİHM’in ihlal kararlarına rağmen bunların iç hukukta uygulanmadığını görüyoruz. Örneğin Kenan Bilgin davasında AİHM’de oybirliği ile ihlal tespit edilmesine rağmen, halen soruşturma aşamasından dava aşamasına deliller toplanarak geçilemedi.

Yapılan soruşturmalar bize umut bahşedecek bir yüzleşmenin çok uzağında olduğumuzu anlatıyor: Zamanaşımına yenilen, etkin ve yeterli olmayan soruşturmalar; kamu görevlisi işkence tanıklarına rağmen aydınlatılmayan gerçeğin önüne yargı ve devlet güçleri tarafından set çekilen soruşturmalar sebebiyle; cezasızlık çölünde hakikat sırra terkedilmiş.

Halen AİHM kararlarına rağmen delilleri toplanmayan soruşturmalar, ya da Eskişehir’deki Temizöz davasında olduğu gibi “Beyaz, ülkemizde araçlarda en fazla kullanılan renktir, toros binek tipi araç da her suçta kullanılabilir “ tarzındaki siyasi ve tarihsel anlamda inkâr anlamına gelen sığ yorumlar dikkate alındığında, yargının zorla kaybetmelere dair suçun vasıflandırılmasının, TCK.77 anlamında insanlığa karşı bir suç olup olmadığına dair bir tartışmayı başlatacak yüreklilikte olmadığını bize işaret ediyor. Suçun sistemli ve bir plan dahilinde işlenip işlenmediği, yani insanlığa karşı suç olup olmadığına dair, dolayısıyla zamanaşımı duvarını aşacak yargısal yorum, zorla kaybetme davaları tarihinde ortaya konabilmiş değildir. Bu ise, 90’lı yıllarda meydana gelen tüm zorla kaybetme dosyalarının yakın bir zamanda hakim vasatı dediğimiz sığ sularda zamanaşımına uğrama tehlikesi anlamına geliyor. Bu bir daha yüzleşemeyeceğimiz geçmişimiz demek, sırra terkedilen hakikat demek... Bu bir annenin daha evladına ne olduğunu bilmeden ölmesi demek...

Cumartesi Anneleri, 700 haftadır, 20 yıldır Galatasaray’ın önünde kucaklarında çocuklarının fotoğrafları, ellerinde karanfillerle kayıplarına dair bir iz, bir kemik parçası, kaybettikleri evlatlarıyla gölge düşen hayatlarında onlara dair bir ipucu arıyorlar. Delillleri devlet tarafından karartılmış, yok edilmiş kayıp evlatlarının delillerini topraktan elleriyle kazıyıp soruşturmalar açtırmaya, soruşturmaların davalara dönüştürmeye çalışıyorlar , bu topraklarda zamanaşımına mahkum edilen insanlığın izini sürüyorlar. Gözaltına alındılar, darp edildiler, yargılandılar. Pek çoğu evlatlarına ne olduğunu öğrenemeden öldü. Hepimiz bu büyük trajedinin sessiz tanıklarıyız. İnsan hakları, hukuk, adalet, yargı üzerine söylenen bütün o ihtişamlı sözler adına, evlatların bir kapının ardında sır olduğu devlet denilen o aygıtın; evladının bir kemiğini arayan, mezarını isteyen o annelere halen bir hakikat borcu var.