Türkiye Festivali, izleyenlerini de bitap düşürerek sona erdi. Yorucu bir maratondu doğrusu. Gerçi istediklerimin hepsine elbet gidemedim ama, esas ilgi alanları başka olan birine göre iyi bir festival geçirdim.

Bu arada, geçen haftaki yazımdaki bir yanlışı da hemen düzelteyim ki, Eleni Karaindrou için yanlış adres vermemiş olalım. Yunan sanatçı D-Marin’de yok. Yanlış bilginin bütün sorumluluğu da bana ait. Müzikle tiyatroyu karıştırmamak gerekiyor demek ki.

Festival’de beğendiğim oyunlar vardı: Godot, E-Mülteci.com, Nefret Radyosu, Shakespeare’in Bütün Ölümleri, Kargalar, Ev’vel Zaman, Macbeth... Hepsini severek izledim. Ama bir tanesi, Özen Yula’nın “An”ı beni de, sanırım o akşam o matinede Yeldeğirmeni Sanat Merkezi bodrum katındaki herkesi de kalbinden vurdu. O katta Kadıköy Şifa Hastanesi’nin kurduğu tam donanımlı bir yoğun bakım ünitesi vardı. Altı yatakta yatan altı hastası ve çalışanlarıyla komple. Kapıda bize önlükler giydirdiler. Özen, gördüklerimizi kaldıramazsak usulca geldiğimiz yoldan gitmemizi tembihledi. O da bir gömlek giymiş, hastaları dolaşıyordu. Bana, ayakta durmaktan yorulursam arka tarafta, doktorun önündeki platforma oturabileceğimi de söyledi. Ayakta izlenen bir oyundu, yorulanlar da bu platformda bir süre dinleniyordu.

Gördüklerimizi kaldırmamaya gelince, sanmıyorum ki aşırı bir korkma (Asmin’in böbrek ağrıları, birinci derecede yanıklı hanım, çocukları kavga eden ağır hasta, yüksek ateşle yoğun bakıma getirilen delikanlı) ya da iğrenme (altı değiştirilen hasta örneğindeki gibi) durumu olsun. Yoğun bakım personelinin ayakları altında dolaşmamak koşuluyla (bahçeye kulak vermek gerekiyordu, bazen oradan ani girişler yapılabiliyordu) istediğimiz hastayı izlemek serbestti. Ben başı kalabalık olmayanları tercih ettim ama insan burnunun dibinde durup, gözlerini dikerek ‘hasta’yı taciz etmek de istemiyor.

En çarpıcı ve belki de rahatsız edici olanlardan biri, bilinçsiz yatan, iki çocuğu başında miras kavgası yapmış hanımın ölümü oldu. Özen beni biraz önceden, ölüyü hazırlayacakları konusunda uyarmıştı. Herkes bunda bir yakınının, aile büyüğünün ölümünü bulmuş. Özen Yula için ise, hem annesi, hem babası... Ben aile büyüklerimi ölüm halinde değil öldükten sonra gördüğüm için, hemen kendimi düşündüm. “Vay canına!” dedim, “böyle gidiyoruz demek! Ne büyük yalnızlık...”

Başkaları için konuşamam. Ama uzun zamandır herhangi bir şeyden bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum. O gün oyunda (aslında oyun demeye içim elvermiyor) birlikte olduğumuz Asu Maro, “Çok ürpertici, çok sert, ama bırakıp gidemediğiniz, gözünüzü bir an ayıramadığınız, eşsiz bir deneyimdi” demiş. Hakikaten öyleydi. Kapıdaki ambulans, asabi asabi dolaşan genç, merdiven basamaklarına oturmuş ağlayan kız... Önce oyunla ilgili olduklarını anlamadım. İçeri girmeyi beklerken yanıma başı örtülü, tesbihli, dudakları kıpırdayan bir kız oturmuştu. Meğer o da sonra yoğun bakım ünitesine hasta yakını kisvesinde girecek olan bir oyuncuymuş.

Özen Yula, hemşirenin profesyonel yoğun bakım hemşiresi olduğunu söyledi. İşine o kadar hâkimdi ki, olmasa şaşardım. “Ân”ın konsepti, kurgu metni kendisine ait olan, oyunun yönetmeni Yula, öylesine her şeyden habersiz yatan hastalar için mimci Piyatro ekibiyle birlikte çalışmış. Hepsini kutlarım. Ama en çok insandan umudunu hiç kesmeyen Özen’i... Bu “Bir varmış, bir yokmuş,” masalında yok olan biz de oluruz bir gün ama o ân bile bir mihenk taşı olacakmış gibi.