Giovanni’yi tanıdığıma ve yaklaşık bir on yıl kadar dost olduğuma seviniyorum. Nasıl biriydi? Tabi ki çok enteresan…
Hayatımda tanıdığım tek vatansız insan o idi. O açıdan da benim için çok farklı bir deneyim.
Mesela örnek vereyim: Evinde Fransızca konuşuluyormuş. Annesi Rum idi, babası kendi deyimiyle İspanya’ya köklerini uzanan bir isim. Ama aile İtalyan vatandaşı idi.

Kendisi ben tanıdığımda Hristiyan bir Sosyalist idi, ama din işlerine sardığını hiç sanmıyorum. Aynı zamanda çocukluk ve ilk gençlik yıllarında faşist eğitimden geçmişti. Şaka maka değil, tam anlamıyla faşist eğitimden geçmişti. Şöyle düşünün, 1929 doğumlu, 1936 yılında eğitime başlasa 1945 yılına kadar 16 yaşında oluyor, İtalya’da Faşizmin iktidar dönemi. Zaten babası da Mussolini’ye asker olmak için Türkiye’de yaşarken Büyükelçiliğe gönüllü asker olmak başvurmuş birisi idi. İtalyan Lisesinde okumuştu ve okulda normal faşist ritüllerini yapıyorlardı. Bunun ardından da merakları ve kişiliğiyle uyumlu biçimde ve Fransız Kültürünün etkisiyle, sosyalist olmuştu, zaten o ritüelleri nefretle ya da ideolojiyle değil, komik ve saçma bir film gibi hatırlıyordu. Ha sakın çamur atıyorum sanmayın, bunları kendisi de yazar.
Benim gördüğüm en hümanist insanlardan birisiydi.
Sinema yazarı olarak antika özelliği 17 yaşındayken Bianca e Nero dergisinde “yazdığı” yazıda Türk Sineması sözünü kullanmasıdır, (Cinema Turko). Ha küçük bir ayrıntı: Türkiye adının İtalyanca'dan geldiği söylenir, ben tam bilmiyorum.
Vatansızdı dedim, ama yıllar geçtikçe ve Beyoğlu aşkı depreştiğinden Türkiye’yi ve Türkçeyi kendine yurt edinmişti. Kendi ağzından söylemiştir, en iyi bildiği ve duygularını en iyi ifade ettiği ve hatta rüyalarının dili Türkçe olmuştu. Türkiye hakkında enteresan fikirleri vardı.
Evine gittiğinizde Kamçılı, Zorro, bilmem ne bilmem ne, bütün o çizgi roman karakterlerinin ve sonradan da sinemaya uyarlanan o hayal mahsulü imajların heykelcikleri ile donatılmış bir salonla karşılaşıyordunuz. Çok basit ama gerçek: 6 yaşında babasından etkilenme ve babasının çalışma olanaklarının sağladığı fırsatlar ile ömrü boyunca devam eden bir sinema merakı vardı.
Bir gün Beyoğlu’ndaki evinin salonunda bana sordu:
Zahit, sana göre ben neyim?
Dedim ki siz sinema tarihçisiniz.
“Hayır, değilim, ben kendimi tarihçi olarak görmüyorum, ben meraklıyım. Ömrüm boyunca meraklı oldum ve meraklarımı araştırıyorum ve sonra da öğrendiklerimi anlatıyorum. Sinema da benim hobim ve bir tür yurdum.”
Sonra düşündüm, adam tam doğru söylüyor.
Gizli tarih anlatırdı, nedeni de çok basit, çünkü ben sorardım. Esasa dair, asıl önemli şeyleri.
Mesela kritik bir anı:
Bir gün sordum: Halit Refiğ’in şu ünlü ve ödüllü filmi Gurbet Kuşları var ya…
Evet, önemli bir filmdir o.
Madem bu batılı bir eğitimden geçmiş, madem yabancı dilde biliyor. Adam filminde niye Hristiyan azınlıkları “gayri ahlaksız” gösteriyor.
Nasıl ahlaksız gösteriyor?
Şöyle, kadın kocasına rakip olan tamircileri iflas ettirmek için, sevmediği birisiyle gönül ilişkisine giriyor ve tam iş saatinde onunla birlikte oluyor. Sonuçta adam çalışamadığı için “sevgilisi ve onun ailesi” perişan oluyor, sonuçta da hiç çekinmeden neyi niye yaptığını açıkça anlatıyor. Bana saçma geldi. Siz bu insanları tanıyorsunuz, bunu da hiç kimse yazmıyor, siz de dahil. Ben seyrediyorum anlamıyorum. Siz ne diyorsunuz buna?
10 yıl boyunca Giovanni’yi tek bir kez sinirli gördüm, o andı, ama o an tam anlamıyla kendisi olmuştu, maske falan kalmamıştı.
Dedi ki HALİT REFİĞ SELANİKLİ OLMASININ DİYETİNİ ÖDÜYOR.
Gördüğüm en tuhaf en samimi ve hayatta tanıdığım en yalnız insanlardan birisiydi.
Mekanı cennet olsun, umarım meraklarını gittiğin yerde de sürdürürsün. Kendi kuşağından meslekten ve meraktan ortak olduğu son kişi kalmıştı. Uğurlar olsun Givoanni, seni hep tuhaf ve iyi bir insan olarak yad edeceğim.