İtalya ve İran ve birçok Avrupa ülkesi, Çin’in mücadele yöntemlerinden öğrenemedikleri, virüsün bulaşma dinamiklerini hafife aldıkları için koruyucu önlemler almakta çok geciktiler. Bedelini de daha yüksek bulaşma oranlarıyla ödediler.

Bir virüs dünyayı dize mi getiriyor?

Oğuz Oyan

Virüsler hep var oldu, hep var olacak; varolup da bilinmeyenler ortaya çıkacak; bilinenler biçim değiştirecek veya yenileri türeyecek. Sonuçta insanlık, hangi sosyal gelişmişlik düzeyine ulaşırsa ulaşsın, hep tehdit altında olacak. Bunların hepsi salgına (bölgesel/epidemik veya küresel/pandemik) dönüşmeyecek elbette. Salgına dönüşenler karşısında da her zaman çaresiz kalınmayacak. Ama uzunca süren bir yıkım dönemi boyunca çaresiz kalınan virütik salgınların sayısında bir artış yaşanacak gibi.

Soruna salt salgın belirtileri ortaya çıktıktan sonra alınan önlemler düzeyinde çare aramak, çok edilgen bir mücadele yöntemidir. Burada yapılan, kayıpları/zararları asgariye indirmekten ibarettir. Aşısı/ilacı bulunursa belki daha hızlı çözümler de üretilebilir ama insani, toplumsal ve iktisadi etkileri tamamen önlenmiş olmaz. Bu şıkta dahi, hastalıkla mücadele yöntemlerinde öncü veya başarılı ülke örneklerinden öğrenmek ve hataları tekrarlamamak kritik önem taşıyor. İtalya ve İran ve birçok Avrupa ülkesi, Çin’in mücadele yöntemlerinden öğrenemedikleri, virüsün bulaşma dinamiklerini hafife aldıkları için koruyucu önlemler almakta çok geciktiler. Bedelini de daha yüksek bulaşma oranlarıyla ödediler (birim nüfus başına enfekte olanlar oranı bu iki ülkede Çin’den çok daha yüksek düzeylere boşuna çıkmadı).

Asıl mesele, bu tür salgınlara yol açan virüslerin hangi ortamlarda çoğalıp etkili olduklarını anlamak ve buna karşı önlemler alabilmektir. Bu pro-aktif yöntem de iki türlü olabilir: Görece kolay olanı, sıtmaya karşı sivrisinekleri değil ama larvalarının kökünü kazımak, bunun için de üreme alanlarını (bataklıkları, durgun su havzalarını) kurutmaktır.

Görece zor olanı, insanların doğal süreçlere yaptıkları müdahalelerin çevre ve toplum sağlığı üzerinde yol açabileceği olumsuz etkileri baştan öngörmektir. Daha da zor olanı, insanların beslenme ve yaşam biçimlerinin yepyeni temeller üzerinde yeniden oluşturulmasına yönelmektir. Bunun ne denli önemli bir altüst oluşu gerektirdiğini anlamak için, sanayi devrimi sonrasındaki tahripkar sermaye birikim tarzının çevreye verdiği zararları tersine çevirmenin zorluklarını düşünmek yeterli olur. Olayı, kısacası, bir üretim tarzının dinamikleri üzerinden kavramak ve çözümleri de aynı yaklaşımla oluşturmak gerekiyor.

SALGINLAR VE ÜRETİM TARZLARI

Salgınların üretim tarzlarına göre farklı biçimlerde ortaya çıkabildiği; etkileme ve yayılma hızlarının ve sürelerinin değiştiği; yerleşim yerlerini (kırsal ve kentsel alanları) farklı biçim ve ağırlıklarda etkilediği; demografik, toplumsal, siyasal ve ekonomik sonuçları arasında önemli farklar olabildiği saptamalarını yaparak başlayalım. Nasıl ki her bir üretim tarzına denk düşen bir demografik yasa söz konusuysa, her bir üretim tarzına özgü salgın türleri, toplumsal felaket biçimleri de tanımlanabilecektir.

Kapitalizm öncesinin salgın hastalıklarının yayılma hızı, ticari ilişkilerin ve ulaşım olanaklarının gelişmişlik düzeyine bağlı olmuştur. Ama bu hız, başlangıçta daha yavaş olsa bile, giderek gecikmeleri telafi edici bir ivmeye ulaşabilmiştir. 14. yüzyıl ortalarında feodal Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgınını örnek alırsak, nüfusun büyük bölümü tarımsal faaliyetlerle meşgul olup kırsal alanda ikamet ettiğinden, salgının en büyük darbesi de bu kesimler üzerinde olmuştur. Ancak salgın kentlere bulaştığında enfekte etme hızı ve öldürme oranı kırsal alandakinden daha yüksek olmuştur. Kentlerdeki hijyen koşullarının düşüklüğü ve özellikle yoksul kesimlerin korunmasızlığı veba kıyımını artırmıştır. Buna karşılık, kırsal alanda birbirine komşu bölgelerde hatta köylerde salgın çok farklı etki gücüne sahip olmuş, bir yerleşimi kırıp geçirirken diğerine uğramamıştır.

Veba salgını, 14. yüzyıl Avrupa’sında en fazla kötü beslenenleri, topraksız köylüleri ve loncalardaki işçileri (çırakları) etkilemiştir (Guy Fourquin, Histoire Economique de l’Occident Mediéval, Armand Colin, 1971, s.326). Nitekim, salgın hastalıklardan daha sık tekrarlanan ve toplamda daha ölümcül olan hep kıtlıklar olmuştur. 19. yüzyıl gibi kapitalizmin hızla yayıldığı bir yüzyılda dahi kıtlıklar Avrupa’da (Osmanlı dahil) etkisini göstermişti. Zayıf ulaşım olanakları, ürünlerin ticarileşme oranlarının yetersizliği, iklim koşullarına bağımlılık ve düşük verimlilik düzeyleri de bunda etkili olmuştu. Salgınlar görüntüde zengin-fakir ayırımı yapmıyor gözükse de, hijyen, bilgi ve tedavi olanakları daha yetersiz olan yoksul kesimlerin canını her zaman daha fazla yakmıştır. Bu sınıfsal karakterin feodal üretim ilişkilerinden kapitalist üretim ilişkilerine geçerken bir değişim geçirmesi beklenemezdi.

bir-virus-dunyayi-dize-mi-getiriyor-701136-1.
İnsanların/toplumların beslenme, tüketim ve yaşam tarzlarının yepyeni temeller üzerinde yeniden oluşturulmasını tasarlamadan; kâr ve servet yığma hırslarının dizginlendiği, bencilliklerin aşılabildiği dayanışmacı bir toplumu düşlemeden nihai çıkış umudu yoktur. Her şey kapitalizmin aşılmasını, yeni bir sosyalist toplumun kurulmasını işaret etmektedir.


19. yüzyıldan sonra tıptaki hızlı gelişmeler bazı salgın patojenlerini de geçmişte (geçmiş üretim tarzında) bırakmıştır. Kuşkusuz üretim tarzı ayrımı tanımayan birçok bakteriyel/virütik salgın hükmünü sürdürmektedir. Kolera gibi geçmişin izlerini taşıyan bazı salgınlar kapitalist çağda da görülmekle birlikte, giderek hijyen koşullarının yetersiz olduğu az gelişmiş coğrafyalara püskürtülmüştür. Yaygın aşılama önlemleri de salgınların denetim altna alınmasında belirleyici olmuştur. Bununla birlikte aşılamalar bile, sürekli kendini yenileyen patojenlerle ortaya çıkan grip salgınlarının, çağ farkı dinlemeden etkili olmasını engelleyememektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, 1918-20’de, 50 milyon cana mal olan İspanyol Gribi bunun en tahripkar örneğini oluşturmuştur. Buna rağmen, 20. yüzyıl başındaki dünya nüfusuna kıyasla İspanyol gribinin yol açtığı beşeri yıkım, 14. yüzyıl vebasınınkinin çok gerisindedir. 1348’de doruk noktasına çıkan veba salgını, nüfusun üçte biri civarında bir ölüm oranıyla sonuçlanmıştır. Bu oran birçok yerleşimde nüfusun üçte ikisine kadar çıkabilmiştir. Öyle ki, birçok kırsal veya kentsel yerleşim, 1348 öncesi nüfuslarına 15. yüzyılda hatta 16. yüzyılda ulaşamamış, bazılarıysa hiçbir zaman ulaşamamıştır. Gerçi 14. yüzyılda başlayan 100 yıl savaşlarının da (1337-1453) çok sayıda köyün boşalmasında payı olmuştur, ancak bunu tâli bir etken olarak saymak gerekir; çünkü İtalya gibi bu savaşların dışında kalan ancak vebanın doğrudan etkisi altındaki ülkelerde de ciddi nüfus kayıpları ortaya çıkmıştı. Floransa nüfusu, 1348’de 110 binken, 1526’da hâlâ 70 bindir (Fourquin, s.324-25). (14. yüzyıl Avrupa’sında köylerin boşalmasıyla kısmen eşdeğer tulabilecek bir gelişme Osmanlı’da 16. yüzyıl sonundan itibaren Celali İsyanları sırasında görülecektir).

KORONAVİRÜS NELERE YOL AÇAR?

Koronavirüsün (Covid-19’un) İspanyol Gribi’nden daha ölümcül olup olmayacağı henüz açıklık kazanmış değildir. Kötümser senaryolara göre eğer dünya nüfusunun yarısı enfekte olursa, ortalama yüzde 2’lik ölüm oranı bize İspanyol Gribinin üç katı bir ölüm miktarını verir. Bunun bugün için spekülatif olduğunu belirtmek gerekir. Çin’de hastalığın yayılma hızının ve ölüm sayısının hızla kontrol altına alınabildiği, salgına maruz kalan ülkelerde çok ciddi önlemlere yönelindiği ve bu virüse karşı etkili olabilecek aşı/ilaç geliştirme çabalarının dünya çapında hızla ilerlediği hesaba katılırsa, muhtemelen çok daha iyimser olmanın koşulları mevcuttur. Burada tabloyu karartan bir etken, salgının idari/toplumsal disiplinin düşük olduğu üçüncü dünya ülkelerinde nelere yol açabileceğinin henüz görülmemiş olmasıdır. Kaldı ki, ABD gibi kapitalist sistemin kalbinde olan bir ülkede 27 milyon Amerikalının sağlık sigortasından mahrum olduğu anımsanırsa, çok uzağa bakmak da gerekli olmayabilir.

Her durumda farklı sonuçlardan bahsedilebilir: 14. yüzyılın veba salgını, 1000-1300 dönemindeki güçlü bir demografik artış ve belirgin bir kentleşme eğilimi sonrasında gelmişti. Bu artış, dönemin üretici güçlerinin (emek üretkenliğinin ve toprağın verimlilik düzeyinin) gelişkinliğine göre fazla hızlıydı. Bununla birlikte, demografik baskının doğal habitat üzerindeki yıkıcı etkileri, sanayi sonrası toplumlara kıyasla çok daha düşüktü. Üstelik sanayi devriminin, artçı eğilimleri olan kolonyalizm ve emperyalizmle birlikte yol açtığı çevre tahribatları, önceki hiçbir tarihi dönemde bu ölçeklerde olmamıştı.
Veba salgınının dolaylı sonuçlarından biri, salgından görece az etkilenen veya etkilenmeyen bölgeleri tarihin dönüştürücü gücü olarak öne çıkarmasıydı. Bunlar arasında Fransa’nın Belçika-Hollanda sınırındaki Brabant bölgesi ile bizzat Hollanda’yı saymak gerekir. Kapitalist çağın başlangıcı, üretici güçlerini koruyabilen ve çevresine göre karşılaştırmalı bir üstünlük elde eden bu havzadan gelecektir.

Covid-19 pandemisinin yol açması beklenen en genel sonuç, esasen zayıflamış, korumacı eğilimlerle hırpalanmış, ticaret savaşlarıyla örselenmiş 40 yıllık üçüncü (neoliberal) küreselleşme dalgasının muhtemelen sonunu getirecek olmasıdır. Daha görünür sonuçlar ise, borsaların son 33 yılda görülmemiş biçimde çöküşler yaşaması, esasen kriz belirtileri gösteren dünya ekonomisinin 2020 yılında tam bir durgunluk içine girecek olması; üstelik buna, ülkeler arasındaki ekonomik güç dengelerini etkileyecek farklı etkilenme derecelerinin eşlik etmesi; Türkiye gibi kırılgan ülkelerin dış şoklara daha açık hale gelmesi (şimdiden CDS primleri 470’lere fırlamış durumda), TL’deki ve borsadaki çöküşlerinin bir spekülatif yağmaya davetiye çıkarması olacaktır.

Ülke farkı tanımadan ortaya çıkacak ekonomik etkilerden de söz edilebilir kuşkusuz: Olağanüstü hal veya acil durum ilanlarıyla insanların eve kapatılması eğilimleri, kapitalizmin “fabrika” düzeninde toplu iş üretimi süreçlerini daha fazla aşındıracak, evden çalışma/esnek çalışma/eğreti çalışma pratiklerini daha da yaygınlaştıracaktır. İnternet üzerinden alışverişleri zorunlu olarak destekleyecek, bu da perakende sektöründeki çok sayıda firmayı, AVM türü alışveriş merkezlerini zora sokacak, iflasa sürükleyecektir. Turizm ve ulaştırma gibi sektörlerin çok büyük darbeler alacağı da dikkate alındığında, en büyük istihdamı sağlayan hizmetler sektöründeki istihdam çöküşlerinin yıkıcı etkileri olacaktır.

Bütün bunların, işsizlik ve eğitim hizmetlerindeki ciddi aksamalar başta olmak üzere, derin toplumsal sonuçları olacaktır. Siyasi sonuçlar bağlamında ise, esasen otoriterleşme eğilimleri gösteren burjuva demokrasilerinde ve özellikle çevre ülkelerin hibrit demokrasilerinde, totalitarizme geçiş yolları ardına kadar açılacak veya bu yola girmenin yeni gerekçeleri türetilmiş olacaktır. Kuşkusuz, baskıcı yönetimlere karşı halk tepkilerinin yükselmesi de olası sonuçlardan biri olacaktır.

SONUÇ: KAPİTALİZM AŞILMAK ZORUNDADIR

Kapitalist üretim tarzının salgınlarla başa çıkma kapasitesi kuşkusuz feodal çağa kıyasla çok daha gelişkindir. Ancak bu, kapitalist ilişkiler ortamında uğranılan gayri-beşeri maddi kayıpların daha önemli olmadığı anlamına gelmez. Özellikle de sanayileşmenin/ ticarileşmenin, tedarik zincirleri ağının, finansal işlemler hacminin ve hızının bunca yaygınlık ve ivme kazandığı bir 21. yüzyıl dünyasında...

Kaldı ki, kapitalist birikim tarzının çevre tahribatını büyütücü etkileri, çok daha fazla ve ölümcül patojenin birbiri peşisıra ortaya çıkmasının da ana etkenlerindendir. Le Monde Diplomatique’in Ocak sayısında (Türkçe versiyonunda da) yer alan “Pandemiye Karşı Ekoloji” (Sonia Shah, s: 1 ve 21) makalesi, ormanların yokedilmesinin ve endüstriyel hayvancılığın nasıl insanlara bulaşabilecek türde patojenlerin evrilmesine yol açtığını çok çarpıcı bir biçimde betimlemektedir.

Tekrar başa dönersek, insanların/toplumların beslenme, tüketim ve yaşam tarzlarının yepyeni temeller üzerinde yeniden oluşturulmasını tasarlamadan; kâr ve servet yığma hırslarının dizginlendiği, bencilliklerin aşılabildiği dayanışmacı bir toplumu düşlemeden nihai çıkış umudu yoktur. Her şey kapitalizmin aşılmasını, yeni bir sosyalist toplumun kurulmasını işaret etmektedir.