Bir yaz gününde oldu bitti her şey...

EREN AYSAN

Furuğ’ın şiirlerini Türkçe’ye Celal Hosrovşahi ile kazandıran Onat Kutlar kitabın önsözüne “güzel bir zamandı” diye yazar. 1960’lı yılları, İran’a buz gibi soğuk hava estiren Şah döneminin karanlık zindanlarını, sonrasında Humeyni’nin ayak seslerini, milislerin öldürdüğü onlarca aydının ardından dökülen gizli gözyaşlarını ve bu karmaşanın arasında otuzlu yaşlarında ölen bir şair kadının İsfahan çinileri gibi ince narin aşklarından kalan acıyı demleyerek... İki arkadaş, Onat Kutlar ve Celal Göksu’da ceviz kabuğu gibi sallanan bir sandalda konuşurlar bütün bunları... Peki kendimize dair her şeyi sakınmadan konuşacak kaç adamımız oldu? Anahtarını eline verdiğimiz o gizli kutuyu çıkarsız taşıyan? Şimdi geriye bakınca onlardan birinin Vüs’at O. Bener olduğunu bilmek hüzün veriyor bana. İşte o anda yeniden soruyorum: “Zaman hayatın iflası mıdır?” sorusunu! Mutlaka bir yerlerde ipucu olmalı. Vüs’at Amca’nın “Bu yaşlı adamı çok ihmal ediyorsun” diyerek aradığı günler ne başkaymış meğer. Belki de anahtar sözcük “geçmiş” olmalı! Bir daha yaşanmayacak o eski günler, güzel zamanlar...

Vüs’at Amca’nın “Bay Muannit Sahtegi’nin Notları” romanın fon perdesi sayılabilecek, kapıcı dairesinden bozma evine sıklıkla uğrardım. Arayı biraz açmaya kalksam bu duruma izin vermez, yine mutluluktan uçarak evinin yolunu tutardım. Bir pencerenin kıyısında öylece duran yapayalnız masanın yanına çökerdik ve neler neler konuşurduk? Yaptığımız uzun sohbetler mutlaka ailenin macerasına uzanırdı. Fransızca bilen ve Merzifon’da, “Sörler” okulunda okuyan bir anne ile Hâlep’te eğitim görmüş Arapça ve Farsçası mükemmel olan bir baba vardı sepya fotoğraflarda. Gençliğinden beri edebiyat tutkunu olan baba, düşünün 1910’larda “Kadınlar Dünyası” isimli bir dergide yazılar kaleme alıyor. Sonra da fizik okuyor, yıllarca fizik öğretmenliği yapıyor. Ardından Vüs’at Amca’nın mesleğini, avukatlığı seçme öyküsünü dinlerdim... Ailede başka hukukçular da vardı elbette. Dede her şeyden önce Kadı Sait Efendi... Ayrıca dayıları da, kardeşi Erhan Bener de hukuk eğitimi gören başka aile bireyleri.

Uzun sohbetlerimiz mutlaka müzikle sonlanırdı. Erhan Bener gençliğinde staj için Belçika’ya gitmiş, oradan da bir sürü ucuz plak getirmişti. O plaklar masanın karşısında bölmeli bir konsolun içinde durur, ne dinleyeceğimizi incelikle seçer, özenle pikaba yerleştirirdik. İki kardeşin notalara dadanma öyküsünü gülümseyerek dinlerdim. Hatta bir gün edebiyat eleştirmeni - ne acı o da artık hayatta değil – sevgili Hüseyin Cöntürk anlatmıştı. Müzikle ilgili bilgilerini geliştirmek için Bener’ler, Cöntürk ve meraklılar toplanıyorlar evlerde; klasik müzik dinliyorlar. Zaman zaman Cevdet Kudret de katılıyor aralarına.

Belki de müzik tutkusu. Vüs’at O. Bener’i sıkı bir edebi kompozitör yapmıştı. Bir orkestra yöneticisi gibi romanlarını kaleme almış duygusunu verirdi hep bana. Finale doğru bu hava muazzam bir duygu denizine dönüşür. Müzik derin bir bıçağa, romansa yepyeni arayışlara doğru ilerlerdi.

Vüs’at Amca daha çok Oğuz Atay, Cevat Çapan, Cemil Eren ile kadim dostluklarından söz açardı. Hatta Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” roman kişisi Selim Işık’ın kendisi olabileceği üzerine de zaman zaman konuşurduk. Hiçbir zaman hayattaki bir kişinin tam anlamıyla romanın içine giremeyeceğinden, romancının eklemelerinden, düşsel oyunlarından, farklı kişileri zaman zaman aynı potada eritebileceği bilgisine de değinirdik. Son zamanlarda Orhan Koçak’la kurduğu dostluğa sevinirdi. Onun telefon açıp, “sizinle tanışmak istiyorum, benimle Tavukçu’da rakı içer misiniz?” deyişini anlatışı hâlâ gözümün önünde. Capcanlı...

Haziran ayının ilk günü hayata gözlerini yumdu Vüs’at. O. Bener. Her ne kadar uzun bir hastalık serüveni geçirse de, ölümü çarçabuktu. Ama manasızdı. Aslında o gençlik yıllarından itibaren yaşam ile ölüm arasındaki hesaplaşmayı derinlemesine yazarak sayısız düşünceye imza attı zihninde, zihinlerde... Edebiyatımızın kurmaca serüveninde kendine özgü, kimi zaman parçalı, ama çok katmanlı anlatım tekniğinde, yarattığı özel diliyle ilklerin içinde yer almayı başarabilmiş bir yazardı. Bay Muannit Sahtegi’de yahut Buzul Çağın Virüsü’nde kara anlatısını okura aktarmıştı. Belki de kaleminden damlayan dramatik ironi Semih Gümüş’te böyle bir çağrışıma yol açmış, bu nedenle de Gümüş “Kara Anlatı Yazarı” isimli çalışmasını hazırlamıştı.

Ama alımlayıcı için yer yer alayın, hatta parodinin doruğuna vardığı kötücül yan hiç şüphesiz aydınlık bir kalbe de imkan sağlıyordu. Biraz Samuel Beckett’e, biraz da Proust’a benziyordu. Onun yarattıkları hiç şüphesiz zamanın her şeye baskın oluşunun kurbanıydılar. Sadece kurban mı? Aynı zamanda hayatın da mahpusuydular.

Bener’de saatlerden ve günlerden kaçış yoktur. Ne dünden, ne gelecekten… Dün içimizdedir. Ondan dolayı yalnız yorgun değilizdir, başkayızdır da… Gelecek ise ağırlığımızla gelen büyük hadisedir. Özellikle Sahtegi’nin günlüğünde geçmiş geleceği hazırlayan bir unsurdur. Farklı zaman parçaları arasındaki kesintiler, yeni başlangıçlar, geri dönüşler arasında gidip gelen tumturaklı notlar, geçmişe ve geleceğe nasıl takıntıyla bakıldığının da göstergesidir. Vüs’at. O. Bener tiyatromuza da katkı sağlamış, az yazan yazar olma özelliğini oyun yazarlığında da korumuştur. İki oyunu arasında kırk yıla varan bir zaman dilimi olduğu düşünülürse suskunluğun büyük hazırlığa imkan sağladığı öngörülebilir. Ihlamur Ağacı’nda bir evde yaşayan Baba, Ana, Oğul ve Gelin arasındaki gerilim hattına yer verilir. Oyun kişilerinin iç çatışmaları yanında, kendi arasındaki çatışmaları da sergilenir. Tek eylem finalde üvey babanın evi terk etmesidir. Böylece dışardan ithâl edilen erk yeniden dışarıya itilir. İpin Ucu’nda ise ölümü yaşama yeğ tutan iki erkeğin militarizm odağındaki eleştirisi verilir. Ne yazık ki Vüs’at O. Bener’in oyunları, yazarın yazma serüvenindeki hassaslığını koruyacak biçimde yönetmenlerin eline değmedi. Her iki oyunu da çok kısa süreli olarak - Nur Subaşı ve Müşfik Kenter’in çabasıyla - seyirci karşısına çıktı. Duygusallık değil bu… Ama benim canım Vüs’at Amcam bunu hak etmedi! Hem de hiç!

En son Maltepe Cami’sinin avlusunda bir kenarda Hasan Ali Abi (Toptaş) ile çaresizlik içinde gizlice sigara içerken önümüzden son öykü kitabı “Kapan”ın kapağına sarılı olarak geçti Vüs’at. Amca. Zaten ölüm hem bir kapan hem de can alıcı bir yalnızlık değil mi?

İranlı kadın şair Furuğ, “Soğuk Mevsimin Başlangıcına İnanalım” şiirinde, “Belki gerçek yalnızca o iki eldi / Sonsuz kar altına gömülü eller / Gelecek yıl kavuştuğunda bahar / Pencerenin ardındaki gökyüzüne / Yemyeşil filizler çıktığında gövdesinden / Sürgün verecekler yeniden ey sevgilim, ey tek sevgilim! İnanalım soğuk mevsimin başlangıcına” diyor. İnanalım soğuk mevsimin başlangıcına. Ve bozgununa hayal gücü bahçelerinin…. Ölümün ıssızlığına. Dostlukların bitişine... Öyle hazin...