MEVSİM YENİCE Verandaya geldiğimizde onu koltuk altlarından tutup tekerlekli sandalyesinden indiriyorum. Kanepelerden birine oturtuyorum. Diğerlerinin yanına. Güneş ışınları hedefine kilitlenmiş mızrak gibi, sert, kararlı. Gözlerini kısıyor. Zar zor görebildiği kalabalığa bakıp bana bir şey söylemek istediğini işaret ediyor. Önünde dikilip mızraklara siper ediyorum kendimi. Sonra kulağımı ağzına yanaştırıyorum. Nefes nefese. “Kim bu insanlar?” diye soruyor. […]

Bir yere kadar

MEVSİM YENİCE

Verandaya geldiğimizde onu koltuk altlarından tutup tekerlekli sandalyesinden indiriyorum. Kanepelerden birine oturtuyorum. Diğerlerinin yanına.

Güneş ışınları hedefine kilitlenmiş mızrak gibi, sert, kararlı. Gözlerini kısıyor. Zar zor görebildiği kalabalığa bakıp bana bir şey söylemek istediğini işaret ediyor. Önünde dikilip mızraklara siper ediyorum kendimi. Sonra kulağımı ağzına yanaştırıyorum.

Nefes nefese.

“Kim bu insanlar?” diye soruyor.

Yeniden anlatmaya başlıyorum.

“Burası sizin eviniz,” diyorum.

Eskiden de bu tip villalarda, denize nazır evlerde yaşadığından buna inanıyor. Odunsu birer bitki gibi koyduğum yerde öylece kalan ve tekrar canlanacakmışçasına güneşlenen tüm bu yaşlı insanların onun misafiri olduğunu anlatıyorum fısıldayarak.

Şaşırıyor. Göğsünü dikleştiriyor. Kamburu küçülüyor böyle olunca, boyu uzuyor. Gözlerini biraz daha açarak dikkatlice verandayı tarıyor. Yüzü, alnı genişliyor bir an. En çok kadınlara odaklanıyor ama nafile. Tanıdık bir sima yok. Hüsran. Dudakları düşüyor. Salıveriyor iskeletini. Yine ufalıyor.

“Hepsi mi misafir?”

“Evet,” diyorum.

Benim misafir olup olmadığımı soruyor. Yardımcısı olduğunu söylüyorum. Misafirperverliğe yakışmayan konular konuştuğumuz için sesini olabildiğince kısık çıkartmaya çalışırken tükürüğü boğazına kaçıyor. Öksürüyor. Biraz su içiriyorum.

Misafirlerin yemek yiyip yemediğini ve bu evde herkese yetecek kadar oda olup olmadığını merak ediyor. Herkese ayrı havlu çıkartmamı tembihliyor. Bu çok önemli. Gürsel Hanımların evinde misafir havlusu yok diye laf getirtmeyelim kendimize diyor.

Biz bunları konuşurken huzurevinin doktoru üstünde beyaz önlüğüyle verandaya gelip sırayla yaşlıların tansiyonunu ölçmeye başlıyor. Günlük rutinler. Sıra ona gelince huzursuzlanıyor. Kolunu vermek istemiyor. Kulağına eğiliyorum.

“O kadar iyi bir ev sahibesisiniz ki evinizde misafirlerinizin sağlığı için bir doktor bulunduruyorsunuz,” diyorum sağ kolunu yavaşça doktora uzatırken. Mavi kazağının kolunu yukarı doğru sıyırdıkça etlerinden ayıklanmış bir kemik parçası gibi incecik kolu çıkıyor meydana. Boşta kalan eliyle elimi tutuyor. İpini bırakırsa kaçıverecek bir uçurtmaymışım gibi sımsıkı kavrıyor parmaklarımı. Denizden bir meltem kalkıp sahilde kumları birbirine katıyor, hızını kaybederek bize kadar ulaşıyor. Çıplak kolunu yalıyor rüzgâr. Tüyleri ürperiyor. Tansiyon ölçme işlemi biter bitmez kazağının kolunu düzeltiyorum.

“Peki,” diyor. “Tüm bu misafirler ne zaman gidecekler? Bir şey söylediler mi?”

Bunu söylerken yakınımızdaki yaşlılara göz ucuyla bakıp, duyup duymadıklarını kontrol ediyor. Huzursuz. Omzuna attığımız yeleğin kolunu düzeltirken sırtını sıvazlıyorum. Kamburunu. Yeterince okşarsam düzleşebilirmiş gibi.

“Henüz ne zaman gidecekleri belli değil,” diyorum.

“E bu kadar kişinin evde kaldığından Tarık Bey haberdar değil mi, bunca masrafı ödeyebilecek gücümüz var mı bizim? Seyahatten dönünce sinirlenmesin.”

Tarık Bey kimdi diye düşünüyorum. Ağabeyi, kocası ya da oğlu olabilir. Tam o sırada karşı kanepede oturan emekli felsefe öğretmeni “O tablonun orijinali bende,” diye bağırıyor ve ayağa kalkmaya çalışırken kanepeye geri düşüyor. Hepimiz irkiliyoruz.

“İçmiş mi bu adam? Ne yapıyor?” diye soruyor. Sesi telaşlı. “Tarık bu adamı görürse rahatsız olur, kavga çıkar maazallah.”

Sakin olmasını söylüyorum. “Tarık Bey’in gelmesine daha saatler var,” derken içim sıkılıyor. Tarık hiç gelmeyecek.

“Siz yine de Tarık gelmeden söyleyin. Hepsine teşekkür edin bize geldikleri, konuk oldukları için. Ama artık gitsinler,” diyor. “Misafirlik de bir yere kadar.”

Yanından kalkarken Gürsel Hanım’ın hafızasındaki başka bir figüran olmayı diliyorum. Yıllarca burada kalmaya mahkûm edilmiş bir yardımcı değil de, Tarık Bey gelmeden evden gidecek misafirlerden biri olmayı mesela.

*Mevsim Yenice’nin Bilinmeyen Sular kitabından bir öykü / Can Yayınları