Bir zamanlar Anadolu’da…

Savcı bey, gömleğinin yakasında kir bile yoktu.” Otopsi işlemlerine yardımcı olan kişinin dikkatini temiz bir gömlek yakası çekmişti. Benim dikkatimi ise olay yeri fotoğrafları içerisindeki başka bir ayrıntı; arka cepteki cüzdan kabarıklığı. Ancak üzerinden çıkan eşyaların içerisinde ne bir cüzdan, ne de kimliğini gösteren başka bir belge geçmişti tutanağa. Temiz bir gömlek yakası ve arka cepteki kabarıklık…

Elleri bir bez parçası ile arkadan bağlanmış, ağzı koli bandıyla kapatılmış ve kulağının arkasından sıkılan tek kurşunla öldürülmüştü. Bozkırın orta yerinde, sabaha karşı öldürüldüğü anlaşılmıştı. Daha hava kararmadan araç trafiğine kapatılıp; polis, jandarma ve korucuların kontrol amaçlı “pusu attığı” bir karayolunun kenarında bulunmuştu. Kimliği belli olmadığı için kimsesizler mezarlığına gömülmüştü.

Bir yıl sonra olayı anlatan otopsi yardımcısının aklında kalan tek detay ise temiz bir gömlek yakasıydı.

Dosyada bu detay yoktu. Hatta teşhis edilebilecek, yüzü gösteren doğru düzgün çekilmiş tek bir fotoğrafı bile yoktu. Bozkırın ortasından geçen bir yolun kenarında, boylu boyunca yüzüstü yatan, otuzlu yaşlarında cansız bir genç beden… Otuz yaşındaki benden, en fazla üç beş yıl önce doğmuş. Bu diyalogdan yaklaşık bir yıl sonra üç kişiyle karşı karşıyayım. Kimsesiz olarak gömülen bedenin biri kadın iki yakını ve avukatları. Yüzüstü yatarken çekilmiş fotoğraftan büyüttüğüm, yandan bir görüntü eldeki tek fotoğraf. Tutanağa yazılan giysileri de sormam gerekli.

Kendimce rahatlatmaya çalışıyorum “kimseleri...” Çay içer misiniz?

Yüzlerine bakmamakla, bakamamakla hiçbir mimiği kaçırmamak arasındaki tereddüdümün gerginliği… O ana kadar kimliğini tespit etmek için çabaladığım beden adeta canlanmaya başlıyor zihnimde. Sanki “evet bu o” cevabı yeniden öldürecek onu… Sanki kurumuş kan, yeniden akmaya başlayacak, yüzüme sıçrayacak. Önce giysileri okuyup tarif ediyorum. Sonra bir cesaret toparlıyorum kendimi, dosyadan fotoğrafı çıkarıp gösteriyorum.

“Evet bu o...”

Onlar fotoğrafa bakarken, ben onlara bakıyorum. Kadının yüzünde hiç beklemediğim bir duygunun gölgesi geçiyor. O ana kadar bazen umutlu ve vakur bir acının izlerini taşıyan yüzünden, belli belirsiz bir rahatlama geçiyor sanki. Süratle yerini derin bir acıya bırakıyor. Sanki gülmekle ağlamanın aynı yüzde göründüğü, yüzlerce yıl sürmüş gibi ama saniyeden daha kısa bir an…

Aradan geçen iki yıla rağmen umut ve ölümle yüzleşmenin acısı yer değiştirip duruyor sanki…

Ve birkaç dakika içinde on yıllar geçmiş gibi bir çöküş… Zamanın durduğu, hızlandığı, ölçülemediği birkaç dakika.

“Evet bu o...” Hiçbir şüphe yok… Bu cevaba kadar, otopsisi yapılmış birini, aynı anda hem ölü hem sağ gibi değerlendirdiğimi fark ediyorum.

“Evet bu o” cevabıyla yeniden cansız yüz üstü uzanıyor bozkıra…

Kafatasından sıçrayan kan bu kez hepimizin, tüm coğrafyamızın yüzüne sıçrıyor...

Öyküye Zeyl: Daimi Arama

Edebi açıdan epey eleştirilebileceğini bildiğim bu “öykü denemem” 3 yıl önce Bavul dergisinde yayımlanmıştı. Öyküye konu kimlik teşhisi ise tam 20 yıl önce İdil Cumhuriyet Savcısı iken başlattığım bir soruşturmada gerçekleşmişti.

Ramazan Yazıcı, İdil’de göreve başlamamdan yaklaşık bir yıl önce, 22 Kasım 1996 günü Diyarbakır’da kendilerini polis olarak tanıtan, elleri telsizli kişilerce gözaltına alınır. Yakınları Emniyet Müdürlüğü’ne, DGM ve Diyarbakır Başsavcılığı’na, İç İşleri Bakanlığı’na, Adalet Bakanlığı’na, OHAL Valiliği’ne başvururlarsa da Yazıcı’nın gözaltına alınmadığı söylenir.

Yakınları bu çabalarını sürdürürken 10 gün sonra, en son görüldüğü yerden yaklaşık 200 km uzakta, İdil yakınlarında bir beden bulunur. Ağzı koli bandı ile bantlanmış, elleri arkadan bağlanmış ve kafaya sıkılan tek kurşunla katledilmiştir. Kimliğini gösterecek belge yoktur üzerinde. Dönemin İdil Savcısı’nın rutin otopsi ve yazışmalarından sonra kimsesizler mezarlığına gömülür.

İdil Cumhuriyet Savcısı olarak atandığımda “Daimi Arama” denilen ve usulen açık tutularak zaman aşımı süresinin dolması beklenen dosyaları incelemeye başladık. Çok uzun olmayan ancak yoğun bir soruşturma sonunda cinayette kullanılan silahla, yaklaşık 100 km uzakta, Cizre-Silopi yolunda birisi kadın iki kişinin daha aynı şekilde katledildiğini ortaya çıkardık. Onlar da Cizre Savcısı’nın rutin işlemlerinden sonra, kimlikleri belli olmadığı için Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmüş ve soruşturma dosyaları “Daimi Aramaya” alınmıştı.

Kısa süre sonra İdil’de katledilen kişinin Ramazan Yazıcı olduğunu, Cizre’de katledilen iki kişinin ise Fahriye ve Mahmut Mordeniz çifti olduğunu ortaya çıkardık. Mordenizler de, 28 Kasım 1996 tarihinde Diyarbakır’da, kendilerini polis olarak tanıtan elleri telsizli ve silahlı kişilerce “alınmışlardı”. Katledilen kişilerin “alınma” şekilleri, cinayetlerin işlenme yeri ve zamanı gibi somut deliller değerlendirilmemiş ve sıcağı sıcağına etkin soruşturma yapılmamıştı. Ramazan Yazıcı ve Fahriye - Mahmut Mordeniz’ in bedenleri gömüldükleri mezarlıklarda çok fazla benzer beden olduğu için bulunup yakınlarına teslim edilememişti.

İşte aralarında Ramazan Yazıcı ve Fahriye - Mahmut Mordeniz’ in yakınlarının da bulunduğu yurttaşlarımız tam 700 haftadır adalet arıyorlar.