Seyrederken duyumsananlar ve kimi aykırı sorular üzerine…

Zamana bağlı yaşamak, zamansız yaşamak, zamanın ötesinde hissetmek…

Koşturmaca içinde, size ait olmayan meselelerle boğulmuş olarak, kendinizi susmaya zorlayarak ve kendinizden kaçarak yaşamak…

Yitik bir kentin içinde, en sıradan olayın karşısında varoluşun derinliklerine dair sorular türetmek, sonsuz zaman içinde tekerrüre bulanmış, giderek silikleşen siluetlerin karşısında, en naif anınızda hayatınızın karmaşasından boğulmuş, illallah derken, birden farklı bir duyumsama haline gömülmek.  Bozkırda özgürlüğünüzü ve kendinizi hissetmek, kendinize itiraf edemeyip de itinayla bastırmak için çabaladığınız heyulanın ortasında birden çıplak olanla yüzleşmek…

Zamanla yığılan anıların içinde serbestçe dolaşırken, birden bir şeye yönelmek ve binlerce öteki anının hissedilişini değiştiren bir yüzleşme yaşamak, en sıradan olanın önünde saygıyla eğilmek, güçsüzlüğünüz oranında yüzleşmenin şiddetinin artması. Kendinize boğulmanız, sevgisizliğinizden güç alarak varlığınızı adeta durdururken sezgilerinizle keşfedebileceğiniz gerçeklik hissinin bir çıkmaza sürüklemesi…

Bütün yükümlülüklerin bittiği bir anı hissetmek, zamanın tanımsız en kısa biriminde varlığı durdurmanın getirdiği derinlikle birden o anlık da olsa özgür olmak, esaretin rahatlatıcı atmosferinden özgürlüğün yorucu/yüzleştirici/keşfedici/yaşamın yığdıklarını delen bir kesitten görüntüsünü türetmek…

Bir Zamanlar Anadolu’da ayırt edilemeyenler yığını içinde kendinizi fark ettiğiniz anda yaşanan şoktan, kendini keşfetme ve özgürlüğe giden yolda şiddetli çatışmaların yol göstericiliğinde bilgelik merdiveninden çıkabilme çabası…

Yıkıntıların içinde, yaşanamamış sevdalara dair bir anlam atfedemeden, kendinizi boyunduruk altına alacağınız yükümlülüklerin içinde silikleşirken, belli belirsiz bir anda “I don’t care” (umursamıyorum) diye bağırarak kürekleri atıp belki de kimliğini değiştirip, yaşama yeniden başlama molası olarak Bir Zamanlar Anadolu’da. Hakikaten öyle bir şey ki hiçbir şey de bulamayabilirsiniz, oturup kendi hayatınızı “öteki tartıda” kefeye de yerleştirebilirsiniz. Tanık olduklarınız masumiyetiniz ve içtenliğiniz düzeyinde “ya sen?” sorusuyla kaçınılmaz biçimde karşılaşmaya sürüklerken sizi, hayat, ne kadar kaçarsanız o kadar esaret bahşeder size. Dingin olan en uzun yolculuklara çıkabilecek kudreti bulabilir kendinde, yaşama dair açlık kendine özgü sığınakları içinde yeni hücreler yaratabilir. Yaşanmamış hayatın sorgulanmaya değmez olmasıyla, sorgulanmamış hayatın yaşanmaya değmez (belki de yaşanmamış) olması arasında kısılıp kalır insan. Reddettikleriniz ölçüsünde özgürlük kazanabilir, onayladıklarınız oranında tıkanıp kalabilirsiniz.

Filmi seyrederken “bizim millet” toplu yalanlarını da düşündüm. Bozkırın ortasında sararmış yaprakların arasında bir ağaca yaslanıp bir an doğayı dinlemek ve öylece bakarken tefekkür ve duyumsadığı yalınlığın karşısında kendini dinleyemeyecek haldeki insanın bitkinliği yaşama karşı körleşmesinin de bir sonucu değil midir?

Dikkat ediyorum, gençler tramvayda, vapurda, otobüste bilmediğim müzikler dinliyor, en yoğun konsantrasyon gereken anlarda küçük bir teknolojik kaçamak için çırpınıp duruyorlar, topluca finale çalışıp yemek molası verildiğinde hemen televizyonu açıyorlar. 12 saat çalıştıkları, inanılmaz tüketici bir iş gününün gecesinde, bedensel tükenmişliğinin yanında televizyon karşısında ölü gibi yatmayı tercih eden; film seyrederken geçmeyen zamanda boğulan, durgun hayatlarında aksiyona aç kardeşlerimiz, bir film seyrederken aksiyon bilmecesini merakla beklemeye dayanamayıp filmi ileri saran, arkadaşı anlatırken detaylara değil, kısaca Hatice’ye değil neticeye bakan, “sadede gel”meyi erdemlerin en büyüğü, sonuç olarak “ne oldu?” ya da “ne diyorsun?”ları soruların en derini sayan insanlar. Hayatın ritmi ile tükettiğimiz belli belirsiz duyumsama alanından ürkenler, kendinden-kendine dair her şeyden kaçma hezeyanları, hisleri ve vakıf olduklarından çok daha fazla netice puzzle’larına kilitlenmek, varoluşun açmazlarını saçma bulanlar, belirsiz olanla zıt duyguları eşanlı olarak duymanın gerilimini saçma bulanlar…

Kendini dinlemekten kaçan, naif olduğu kadar varoluşsal anlara karşı ürkütücü düzeyde saldırgan kimlikler, “bana ne yapmam gerektiğini söyle gerisine karışma!”cılar, na-muktedirler, sevdasının ağırlığını dönüştürüp mülkü olarak bilmenin sadistçe tepkileri ile hafifleştirmeyi rahatlama olarak yaşayanlar. Sözün ağırlığını yitirdiği insanlar: Biz söze dökmediğimiz gerçekliğimizle karşılaşmaktan kaçtıkça felsefenin çağrısı da bozkırın kendince vahşi doğası da bize uzak olacak.

Yalnızca kafasını dinlemek, kendisiyle yüzleşmek, yaprakların uçuşunu seyretmek, idealleri hakkında düşünmek, ötekilerin itirafına kendinden katabileceklerini eklemek, halaybaşı olmanın erdemsizliğine tanık olmak, en güçlü hissettiğinizdeki sinikliğinizle karşılaşmak. En yıkıcı karakterin yanı başında ona yakınlık duyacak kadar “insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” diyebilecek kadar kalben açılmak. Bütün o canhıraş ve boğucu gecenin içinde “bir melek yüzle” karşılaşmanın hem bir yandan çözücü hem de öte yandan yüzleştirici olduğu denli bütünleştirici etkisine tanık olmak, deneyimin dinginliği ölçüsünde kendine biraz zaman ayırabilecek kadar güçlü olmak, tüm bunlar için filmi seyredemez mi insan?

Zamanın ürkütücü, tekrarlayıcı ve insanı kendince boyunduruğu altına alarak otomatlaştıran edimlerinin zorlayıcılığına karşı ötekini seyrederken kendini ötekileştirmek ve kapılarını “o”na açabilmenin hüznüne ve coşkusuna sahip olabilmek için film seyredebilir mi?

Bazen bunları kendine sormak iyidir, her zaman mümkün olamasa da…