Filmi galada seyretmek için nasıl bir hücum vardı Adana’da, salonun kapısında biriken kalabalıkta

Filmi galada seyretmek için nasıl bir hücum vardı Adana’da, salonun kapısında biriken kalabalıkta siz hiç hareket etmeden bir şah gibi etrafınızda sizi her tarafa sürüklüyordu. Ama Nuri Bilge’de çok haklı olarak, inşallah bu seyirci iki gün sonra gösterime girdiğinde de olur diyerek noktayı koydu. Aynen de öyle oldu, sinema salonları seyirci bekliyor, salon doluluk oranları düşündürücü düzeyde.

Bir Zamanlar Anadolu’da bütün kalbimle katıldığım Anadolu tahlilleriyle tam bir Anadolu Destanına dönüşmüş, Anadolu dediysem aslında lafın gelişi, yoksa Türkiye tahlilleri demek literal anlamda daha doğru. Filmi gerçekten anlayan hiçbir seyirci filmin uzunluğunu hissetmeyecektir. Filmi isteyen Türkiye analizi, isteyen ne Türkiye’si, Osmanlı daha değişik miydi diyerek, isteyen Rus Toprakları daha mı farklıydı, buna ekleyerek Doğu farklı mıdır, insanlık bu meselin dışında mıdır, diyerek yola çıkabilir. Bir Zamanlar Anadolu’da en yetkin nitelemesi insana dair bir sorgulama diye filmi niteleyebilir. 

Birinci tez, Türkiye normatif, yasalarla yönetilen, insanların genel olarak toplumca konulmuş yasalara uyduğu bir toplum hiçbir zaman olmadı, Türkiye’de hangi mevkide hangi yetkiye sahip olursa olsun, insanların toplum hakkında “baş şikayetçi” olmaya soyunduğu bir toplumdur, öyle ki günümüzde en yüksek mevkidekiler de bu baş şikayetçi konumu için efor sarf ediyor.

Gerçek şu ki bizim toplumumuz normatif bir toplum değildir, bu toplumu yerleşik, yazılı ya da yazılmamış kurallar yönetmez. Bütün kurallar öncelikle kuralları koyanlar tarafından yıkılır, toplumun işleyişine ise bütünüyle kendisi dışındaki herkese kuralların koyulması gerekir, ama iş kendisine gelince, “Herkese lolo, bana da mı lolo?” deyişi olayı özetler. Film bir bütün olarak herkesin yüzünden akan kimliğiyle ve kendine dünya içinde edinmeye çalıştığı pozisyonla, varlığın gizemli tarihi içinde kalan kimliğin çatışması üzerine kurulu, herkesin ama herkesin merak ettiği de gizlemek istediği de var, herkes işlerin yolunda gitmesini istiyor, ama kimse kendi konumundan memnun değil, herkes bir şeyler talep ediyor, ama kimse bunun için çalışmak istemiyor… Bu tabloyu ister Çehov’da, onun öncesinde ise Gogol’de, Osmanlı romanında, isterseniz çağdaş bir örnek olarak Kieslowski’nin Polonya tahlilleri ya da belgesellerinde rahatlıkla görebilirsiniz.

Filmin başından sonuna kadar yalnızca bir karakter dışında, bütün karakterler feleğin çemberinden geçiyor, herkesin kendisiyle baş başa kaldığı bir an, herkesin kendi çıplak suretini aynada gördüğü zaman saklayacağı ya da en azından başkasının görmesini istemeyeceği, saklamak için itinayla çaba gösterdiği bir yaşamsal itiraf alanı var. Hikayesi olmayan karakter ise zaten “hikaye biriktiremeyen” ve filmde kendisi için garip bir yerde ve zamanda “kola isteyen” zanlımız.

Bir Zamanlar Anadolu’da bu anlamda en kısa haliyle “nedir bu film” diye sorarsanız, yanıtı çok basit, Anadolu insanının itiraflar sahnesidir diyebiliriz, burası personaların kalktığı ve insanların kendileriyle yüzleştikleri bir er meydanı. Öyle ki Kırıkkale’nin Keskin kasabasına gelen doktor bir anlamda akşam sekizden sabah sekize kadar ilk kez gerçek anlamda Kasabayı tanıyor, en azından başlangıçta böyle düşünüyor. Ama sonra başka bir şeyi fark ediyor doktor: bu yalnızca Keskin Kasabası değil, bu Anadolu, dahası bu Türkiye, dahası bu bir Doğu Toplumu, dahası bu insanlık: doktor o gece insanın kendi suretiyle personası arasında sıkışıp kaldığı yeri anlıyor. Doktor ancak sabaha karşı insanlara ahret sorusu sormaktan kurtuluyor, artık Hanya ve Konya bellidir, bütün idealleriyle birlikte doktor da pes etmiştir, canlı canlı gömüldüğünü anlar, ama bunu yazamaz, ister idama karşı olduğundan olsun, ister adama acısın, ister gerçekliğin bu sureti ona fazla gelsin.

Basit bir itirafta ben de bulunayım: 1) filmi o kadar önemsedim ki 2) Türkiye’ye dair benim düşüncelerimle o kadar açıkça örtüşüyor ki 3) bunu seminerlerimde o kadar çok anlattım ki 4) nihayetinde bir ruh kardeşimden mektup almış olduğumdan önümüzdeki bir ay Anadolu Destanı üzerinde konuşmayı düşünüyorum, buyurun sohbet odasına.

Bir Zamanlar Anadolu’da filminin hikâyesi gerçek anlamda senarist Ercan Kesal’in yaklaşık olarak 25-26 yaşında, ilk doktor çıktığında gittiği Keskin kasabasında başından geçmiş bir olaya dayanır. Kesal’in kendi deyişiyle o gece 10 yıl yaşlanmıştır. Gerçek hayattaki gibi sabahleyin doktorun maktule otopsi yapmasıyla biter film. Bu anlamda filmdeki doktor karakteri yaklaşık olarak 35 yaş civarında, yani yolun yarısında. Film ise doktorun gerçek anlamda “işi oluruna bırakması” bütün ideallerinin huzurunda ilk acı yenilgiyi almasıyla bittiğine göre, bana göre doktorun gerçek hayattaki yaşı, yani 25 daha etkileyici ve trajik gecenin çatışmasını bileyici bir etki gösterirdi, gerçek kurmacaya bir -sıfır üstündür.

Film başlar başlamaz, bir şokla birliktesiniz, bir lastikçinin camından içeriyi görürsünüz, içeride çilingir sofrası kurulmuştur, insanların yüzlerinde bir gerilim yoktur, hatta güleçtirler, can dostu gibidirler. Öldürülen adamın yüzünü görürüz, iri yarıdır, kuvvetlidir, diğerleri ondan kısadır. Sonra üç arabanın kimsenin olmadığı bozkırda bir çeşme başına gelmesiyle gecemize başlıyoruz. Sonrası tamamen aynı gecede geçer ve sabahında biter. Akşam sekizden sabah sekize kadar, gerçek yaşamda 12 saat, filmin süresi de iki saat 37 dakika, eğer yolda geçen zamanları çıkarırsanız, kararsızlık anlarını da çıkarılanlara eklerseniz, birbirine benzer diyalogları da attınız mı birebir zamanla karşılaştınız demektir.

Bir Zamanlar Anadolu’da filminin asıl paradoksu da buradan başlar, çünkü aslında gerçek yaşamda tanık olan doktorun yaşadığı şoku, bu kez herhangi bir karakterin gözünden değil, bizzat tümüyle seyircinin yaşaması istendiği için, film bir itiraf alanına dönüşüyor, evet bu bizim toplumumuz ve biz böyleyiz, bunun ise en acı yanı da şudur, isteyen bunu kapitalizme, isteyen bunu Kemalizm’e, isteyen tefeci bezirgan burjuvaziye bağlasın, bana göre daha derinlerdedir bunun kökü, bu Anadolu insanın özündedir. İsteyen de buna özcü (essensialist) bir yaklaşım desin, ben böyle düşünmüyorum, hayır bizim insanımız için sağcısından solcusuna kadar “işi oluruna bırakmak da” işi kitabına uydurmak da” hayatımın her çağında gördüğüm bir şeydir, en kısa haliyle söylemek lazım biz buyuz, biz kim miyiz? İsteyen yalnızca Anadolu desin, isteyen Anadolu halkları desin, isteyen sizi bilmem ama biz farklıyız desin, ama ben bunlara inanmıyorum, bu ülkede iktidarında insanlarında gizli bir itiraf alanı vardır, işi kitabına uydurmaya hep razı olur, bizim insanımız eşit olmak istemez, daha eşit olmak ister, diğerlerinin de böyle istediğini de kendine en etkili mazeret olarak gösterir. Kural, norm, yasa, hukuk önünde eşitlik, fırsat eşitliği… bunların hiçbiri kar etmez. Bizim insanımız kendi idealleri huzurunda yenilmeyi ilkokulda öğrenir, burnunu sürtmek toplumumuzun itinayla tanımlayıcı öğesidir, burnu sürtülmeye direnç gösteren ise sadece ve sadece daha çok ezilmeye namzettir. 12 Eylül Anayasasına çoğunlukla hayır diyen köylülere yapılanları bir hatırlayın, ne güzel özetliyor durumu. İşin en iğrenci de hala yıllardır, yüzde 92’nin desteklediği anayasa mavalları söylenir durur.

Diyenler var ki Anadolu’da bozkırın ortasında bir Western tarzında…

Bürokrasinin keskin bir eleştirisini yapıyor…

Daha filmin başından sonu belli ve hiçbir şey olmadan film bitiyor…

Estetik bir iç sıkıntısı izliyoruz diye ekleyenler var, hem de iki buçuk saat…

Yine bir erkek filmi, Ege’nin verimli ve insanı içine çeken topraklarından, bozkırın insanı tüketen alanlarına gidiyoruz, erkeklerin dünyasına, hem de arkamızda çok sayıdaki memeleriyle bereket tanrıçasını bırakıp bozkırın tükenmiş topraklarında erkeklerin kısır dünyasına…

Bunlar için çok açık söylenmeli tamamı yanlıştır. Nuri Bilge giderek tam bir gerçekliği olduğu gibi yeniden yaratma çabası içinde, stilsiz bir stil yaratma aranışı içinde kendi özgün sesini ararken film yanıtlarını ezecek denli sorularla insana dair bir sorgulamaya dönüşüyor. Anlattığı içe kapalı öykünün çok dışında ve ötesinde bir söylem alanı yaratıyor, bu meydanda insanlık sorgulanıyor. Bir Zamanlar Anadolu’da hayatın ve insanın kendine ve kendi varoluşuna itiraz ettiği noktada, zaten bir intizarla bitiyor. İyi bir okuma Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun’la birlikte Bir Zamanlar Anadolu’da yeni bir döneme girdiğini rahatlıkla görebilir, bu dönemin karakteristiği anlatılanın çok ötesine geçen göndermelerin filmin bütününe damgasını vurması, aynı zamanda anlatılanın olağanlığı ölçüsünde seyirciyi de itiraf salonuna davet etmesi, benliğin çözüldüğü anlar üzerine yoğunlaşması…