Nasıl olmuşsa olmuş, Nuri Bilge Ceylan Mithat Alam Film Merkezinde bir söyleşi yapmayı kabul etmiş...

Nasıl olmuşsa olmuş, Nuri Bilge Ceylan Mithat Alam Film Merkezinde bir söyleşi yapmayı kabul etmiş, orada iki hafta önce kendisiyle bir söyleşi yapıldı. Dinleyenlerden birisi de Gencay Gürsoy’du, “taşrada iki kişi bir araya gelince elbette önce üçüncüyü beklerler, ama o daha gelmeden siyasetten konuşmaya başlarlar. Oysa sizin filminizde güncel siyasetten hiçbir diyalog içerilmiyor” diye yorum yapınca, Nuri Bilge çok kısa yanıt verdi:

“Güncel siyaset öyle bir şey ki 10 yıl sonra tümüyle unutulur gider, güncel siyasetin kısır çekişmeleri yerine Manda Yoğurdunu anlattım, o çok daha kalıcıdır”.

Gerçekten Türkiye’de güncel siyaset kadar çok tutarsız, içi boş, hatta son on yılın bir özelliği olarak da, terbiyesizce şekillenen, gündeme girmek için, insanların açıkça terbiye sınırlarını aştığı bir dönem çok az bulunur. Kimisi kana kan, intikam der, garip isimli bir kendini bilmez, Che’ye laf atar, Darwin ve evrim/yaradılışçılığın tartışıldığı bir ortamda Darwin’in nasıl bir Türk düşmanı olduğu anlatılır, kimisi ziftleşmiş alnını öbürüne öptürmez… Sürer gider bu tartışmalar, aslında tartışmayla da ilgisi yoktur, düzeysiz atışmalar demek yerinde olurdu.

Burada kritik olan bu değildir, daha önemli şeyler var tartışılacak: Türkiye’de sanatın ve sanatçının siyasetle olan bağlarının bu denli kopması bir anlamda aslında sanatın ve sanatçının geleceğe dair çok köklü bir umutsuzluk ve beklentisizlik içine girmesiyle de koşuttur. Sanatçı zaten herhangi bir siyasal/muhalif çıkış yapınca da son derece saldırgan ve karalayıcı bir tepkiyi de hem basından hem de siyasetin palyaçolarından almaktadır zaten. Bu anlamda yalnızca sanat ve sanatçıyla kalmayan bir şekilde, aydınımız ve akademimiz de siyasetle bağlarını kopardı, Türkiye’de siyasal söylemin, tarihimizle derinden ilgilenmiş bir insan olarak söylüyorum, bu kadar başıboş olduğu, hayatın bu kadar derinden anlam aranışından koptuğu bir başka dönem olduğunu kimse söyleyemez. Türkiye bir bütün olarak aynı sinemamız gibi, nasıl sinemamızda genel planda hiçbir ortak akıl içerilmiyorsa, aynı şekilde siyasette köklü bir şekilde toplumun geleceğine dair hiçbir stratejik ve öngörülü bir tartışma da olmuyor, hayatımızın gidişatına tam bir kördövüşü karar veriyor. Öyle ki hiç kimse bugün dediğinin yarın hesabını vermek zorunda kalacağını düşünmüyor. Başta Taraf gazetesi olmak üzere, ahlaksız bir dövüştürücülük ve sahte polemik yaratmak günümüzde gündeme girmek için sıkça başvurulan yöntemlerden birisi haline gelmiş durumda.

Oysa ne kadar isterdim ki Bir Zamanlar Anadolu’da filmi nedeniyle, toplumumuzun genel görünümünden, varoluşuna sinmiş bir riyakârlığın hayatımızda başat hale gelmesine ya da hayatın her alanında “komünal bir biz yaratan” söylemi inşa edip, “biz adam olmayız”la bitiren, her şeyden ama her şeyden şikâyetçi, ama hiçbir çıkış yolu önermeyen söylemi tartışmak.

Bir Zamanlar Anadolu’da filmine ilişkin elmanın yuvarlanmasından, estetik sıkıntı söylemine kadar, seyrettiğini anlamayan ve küstahça yazılar yazan insanların durumu aslında toplumumuz için lafını bilmeden konuşmanın ne kadar sıradan bir şey olduğunu bir kez daha ortaya çıkardığı için, yalnızca filme dair yapılan yorumlarda bile, aslında toplumumuzda çıkarcı ve dar zihniyetli bir “küçük burjuvalaşma”nın başat hale geldiğini gösteriyor. Konuşmak için küçük burjuvalarımız anlamak gerektiğini kabul etmiyorlar, Leonardo da Vinci’nin “bir şeyi sevmek ya da nefret etmek için, o şeyin doğasını bilmek zorunludur” sözü bu diyarları çoktan terk etmiş, kimilerine göre ise hiç bu diyarlara ulaşmamış.

Daha da garip olan bir şey, insanların çok farkında olmadıkları: Bal filmi Berlin’de Altın Ayı aldıktan sonra Hıncal Uluç bir yazı yazmış, komik paradoksların içinde kaybolmuştu. Baştan niyet ölçüsüz bir şekilde Bal filmini övmek olduğu için, geçmişinde bir filmi yerin dibine batırmak için yazdığı bütün sıfatları bu kez ölçüsüz bir övgü için kullanmıştı. Ama Bir Zamanlar Anadolu’da filmi için deyim yerindeyse kendi safrasını boşalttı, unutmamak gerekir ki yazdığı gazete Sabah’tı, Yusuf üçlemesinin kitabı ve DVD’si ise Timaş’tan çıkmıştı, artık film değerlendirmelerinde de ölçüsüz taraftarlık ve görevbilirlik damgasını vuruyor, hayatımızın kurucu fikri toplumsal riyakârlığımızdan besleniyor, hayırlı olsun.