Bu yazıyı İstanbul’dan Hatay’a giderken yaklaşık 10 bin metre yükseklikte yazıyorum.

Beni yakından tanıyanlar bilir babamın da emekli kaptan pilot olması nedeniyle uçaklara karşı özel bir ilgim vardır. Hatta bir ara Boeing 737-800’ün sanal pilotluğunu da yapmıştım. Asker çocukları hatırlayacaktır. Bizlerin çocukluğu bir şehre alışamadan başka bir şehre taşınmakla geçer. Bu yüzden ayrılıkları da kavuşmaları da iyi biliriz. Özlem duygusuyla yaşamayı da…

KALBİ SÖKÜLMÜŞ İSTANBUL

Yaklaşık üç aydır “Şahları da Vururlar” oyununun provaları için Beyoğlu’ndaki Ses Tiyatrosu’na gidiyorum. Ne İnci Pastanesi var ne Emek Sineması ne Kaktüs. Eskiden cıvıl cıvıl olan Beyoğlu şimdi Ortadoğu’dan gelen turistlerin yüksek sesle konuşmalarından ötürü gürültülü. Kitapçıların, sinemaların, tiyatroların yerini Arapça yazılarla müşteri çekmeye çalışan kebapçılar almış. Ara sokaklardaki küçük meyhanelerin ve kafelerin yerini ise kapısında ürkütücü, sert bakışlı güvenlik görevlilerinin bulunduğu karanlık gece kulüpleri. Hayal Kahvesi yok, Kemancı yok, Jazz Stop, Jazz Café yok. Sanki İstanbul’un kalbi sökülmüş ama hâlâ nefes almaya çalışıyor.

Öyle geçmişe çok özlem duyduğum yok ama güzel günlerdi hakkını teslim etmek gerekir. Sıraselviler’de bulunan Çağdaş Müzik Merkezi’nde Timur Selçuk’tan solfej ve şan dersi aldığımız o günler. Timur Hoca’nın muzip bir şekilde “çocuğum” diyerek kurduğu esprili cümleler. Ders anlatırken saçlarını arkaya doğru atması.

Mojo’da Yavuz Çetin konserleri. Kerim Çaplı’yı hayretle dinlediğimiz geceler.

Engin Yörükoğlu’nun işlettiği Jazz Stop’ta davulunun başında kendinden geçmesi.

Jazz Café’de her salı Ortaçgil konserleri. Andon’un terasında çalmamız, oraya gelen müzisyen dostlarımızla yaptığımız düetler.

GÖRDÜĞÜM BİR RÜYA

Arif Keskiner’in Çiçek Barı. Yeşilçam sokağı. Bilsak. Artistler Kahvesi. Galata Meyhanesi. Çiçek Pasajı’nda Madam Anahit’in akordeonu eşliğinde içtiğimiz rakılar.

Ferhan Şensoy’un Küçük Sahne’ye uzun paltosu ve kafasında fötr şapkasıyla hızlı adımlarla girerek sağa sola direktifler yağdırması. Baykal Kent’in sonu gelmez hikâyeleri. Tiyatrocuların uğrak yeri Kulis Bar. Ece Bar’da Can Yücel’in bizden mikrofonu alıp yakası açılmadık şiirlerini okuması.

Onno Tunç ile aynı sahneyi paylaşmamız. Emin Fındıkoğlu’nun Cem Aksel, Tahsin Endersoy ve Hakan Beşer’den oluşan harika dörtlüsü. Çok genç yaşta bir trafik kazasında kaybettiğimiz sevgili Nükhet Aruca.

Hani denir ya, ‘Yaşadıklarım film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor’ diye. Bende bütün bu yaşananlar, anılar, insanlar sanki sadece bir hayal ürünü ya da gördüğüm güzel bir rüya.

Zira benim o dönemde yaşadıklarım bugünün gerçeğiyle uyuşmuyor. Böylesine bir çürüme bu kadar kısa sürede nasıl oldu, aklımın almadığı bu.

Aslında bu düşüncemi en güzel açıklayan Yaşar Kemal’in şu unutulmaz sözü: “O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.”

İşim olmadığı zaman evden çıkmamaya çalışıyorum. Müzikten, kitaptan ve filmden oluşan bir fanus içinde ruhumu temiz tutmaya çalışıyorum. Bilmiyorum başarabilecek miyim?