Google Play Store
App Store

Aylin Sökmen gerçekle gerçeküstünün iç içe geçtiği ‘#EvdekiAlgoritma’da bir yandan kentli insanların yapaylaşan ilişkilerinde yaşadıkları açmazlara odaklanırken bir yandan da birey üzerinden toplumsal bir eleştiri yapıyor.

Birey üzerinden toplumsal eleştiri
Aylin Sökmen (Fotoğraf: BirGün)

Sedef BAŞÇI

Aylin Sökmen, Edisyon Kitap etiketiyle yayımlanan yeni romanında mizahı kullanarak okuyucuyu sarsmayı da ihmal etmiyor. İlişkiler, alkol bağımlılığı, yabancılaşma ve kentli yalnızlıklar kitabın içeriğini oluşturuyor.  Sökmen ile hem yeni romanını hem de yazma alışkanlıklarını konuştuk.

Roman ana karakterin bir güvenlik firmasından gelen yabancının teklifini kabul etmesiyle başlıyor. Eve bir aygıt yerleştiriliyor. Boşanma sürecinde olan ve bir yandan da alkol bağımlılığından kurtulmaya çabalayan Serra’nın zihnindeki dalgalanmaları okuyoruz. Gerçeküstü diyebileceğimiz bölümlerin yanı sıra gerçeklik zemininde ilerleyen bölümler de var. Bir yandan da bağımlılık teması var romanda. Bu seçiminizin sebebi gerçekle hayalin iç içe geçmesi olarak okunmasını istemeniz miydi?

#EvdekiAlgoritma için dijital çağa bilinçdışından nüfuz etmeyi amaçlayan bir roman diyebiliriz. Romanda ele aldığım konu zamanın ruhunu yansıtıyor, çok gerçekçi bir tarafı var aslında. Biraz ironi ve kara mizah da katmaya çalıştığım için sembollerle, metaforlarla anlatmaya çalıştığım konular yazarken gerçeküstü öğeler kullanmaya itti beni. Bu da farklı okuma biçimlerine yol açabilir. Bilinçdışının ön planda olduğu, rüya-gerçek arası okunabilecek bölümler bir yandan da romanın kendi bütünlüğü içinde gayet gerçekçi bir biçimde değerlendirilebilir. Söylediğiniz gibi aslında bağımlılık kitabın ana meselelerinden biri. Böyle olunca bir bağımlının zihindeki gelgitler, alkol veya madde etkisi altında olan bir zihnin gerçeği değerlendirmesinin bozulmaya başlaması, ya da bağımlılığın hayatın her alanında kendini göstermesi olarak da okunabilir. Ancak ben daha ziyade gerçeküstü öğelerin baskın olduğu bir metin olarak okunması niyetiyle yazdım.

Romanda baskın olan ev metaforu hakkında ne söylemek istersiniz?

İlk olarak -eve gelen bir yabancı- temasıyla başlayan bir öyküden yola çıkmıştım. Bilinçli bir seçim değildi ama öte yandan çok da işlenmiş bir şablon. Ev metaforu da öyle. Sonrasında romanı geliştirirken bu ‘ev’ neleri temsil ediyor diye düşünerek yazdım tabii. Temel olarak, karakterin benliği ve zihni diyebiliriz. Hafızanın, deneyimlerin, yaşanmışlıkların depolandığı bir yer, aynı zamanda psikanalitik okumalara çok elverişli bir metafor.

Romanın izleklerinden biri sosyal medyanın hayatımıza ve ilişkilerimize etkisi. Yalnızlık ve yabancılaşma konusunda ne düşünüyorsunuz?

Yalnızlık, yani yalnız olma hali olumsuz olarak nitelendirebileceğimiz bir durum. Tek başınayken yalnız hissetmemizin ötesinde, bunu insanlar arasında da deneyimleyebiliriz. Duygusal bağ kuramama, ait olamama gibi. Aslında tek başınalık sağlıklı bir durum. Bir süreliğine tek başına kalmak, zihinsel olarak dinlenmek ve iç dünyayla irtibat içinde olma arzusu insanın yaratıcılığını tetikliyor.

Sosyal medyaya gelirsek, insanların ilişki biçimlerini değiştirdi ve çeşitlilik kattı. Bunun olumlu yanları olmasının yanı sıra epey dezavantajı beraberinde getiriyor. Genel olarak sanal etkileşimlerin insanlar arasında yapay bir bağ yarattığına ve uzun vadede izolasyona neden olduğuna inanıyorum. Bu da yabancılaşmayı arttırıyor. Ayrıca flörtleşme ve çöpçatanlık uygulamalarının artışıyla, istisnalar olsa da, kullan-at ilişkilerin yaygınlaştığını görüyoruz. Diğer taraftan yapay zekânın ve teknolojik gelişmelerin hız kazanmasıyla birkaç yıl evvel dizilere, kitaplara konu olan ve hayal ettiğimiz birtakım şeylerin gerçekleştiğine tanık olmaya başladık. Kitapta bu konuyla ilgili birkaç örnek vermeye çalıştım. Bunu biraz gerçeküstü bir atmosfer yaratarak anlatmak istedim ki farklı açılardan da okunabilsin.

Günümüzde kadınların aile kurma, evlilik, çocuk sahibi olma gibi konularda baskı yaşadıklarını düşünüyor musunuz?

Romanda genelde toplumsal sorun olarak gördüğüm öğelere odaklandığım için bu meseleyi ötekileştirilen birey açısından ele aldım. Artık günümüzde bu konuda herkesin birbirine doğrudan baskı yaptığını söyleyemeyiz. Ancak dolaylı yoldan yapılan baskılar bence devam ediyor. Zaten sistem ve iktidar mekanizmaları bu yönde işliyor. Bu sadece bizim ülkemizde değil, tüm dünyada, ama özellikle muhafazakârlığın ön plana çıktığı, kişilerarası sınırların bulanık olduğu kültürlerde farklı tezahürlerle kendini gösteriyor.

Romanı yazarken karşılaştığınız teknik zorunlar oldu mu?

Bu roman özelinde konuşursam birinci tekil başladığım metni ilk taslaktan sonra baştan sona üçüncü tekile çevirmek durumunda kaldım. Sebebine gelirsek, romanın yapısı gereği birinci tekil şahıs anlatıcı kullanmak birkaç bölümde sorun yarattı. Bazı yan karakterlerin iç dünyasını yansıtmam ve belirli kısımlarda karakterden bağımsız yorum yapan bir anlatıcı sesi kullanmam gereken kısımlar vardı. Bir önceki romanım ‘Kendinde Değil Gibisin’ birinci tekil şahısla yazılmıştı fakat tamamen erkek karakter ağızındandı. Sanırım bu kitapta biraz da karakterle arama mesafe koymak istedim. Karakterin cinsiyeti ve üzerine kafa yorduğu birtakım meselelerin benimle örtüşüyor olması ama yine de farklı bir karakter olmasından ötürü böyle bir seçim yapmış olabilirim. Birinci tekil şahıs anlatılarda şayet özdeşleşme fazla olursa bence yazar ister istemez kendinden epey şey aktarıyor. Bu bilinçli bir tercih de olabilir elbette. Aslında birinci tekil şahıs tamamen karakterin düşünceleri diyerek işin içinden çıkabilirsiniz ama üçüncü tekil şahıs üzerinden yazarken yazar ideolojisini, yargılarını, tespitlerini daha fazla sızdırıyor.